31 Mart 2007 Cumartesi

"Gizli bor belgeleri!”

Dünya bor rezervlerinin “henüz” yüzde 72’sine sahip olan Türkiye’de “bor kavgası” bitmiyor... Elimizde 400 yıllık maden rezervi var. Dahası tüm dünya ülkelerinde bor tükeniyor. iyibilgi, bor dosyasının “GİZLİ” sayfalarını aralıyor... iyibilgi özel

Türkiye bir bor ülkesi ama Türkiye’nin bu Bor madenini ne yaptığı hatta ne yapacağı hummalı bir tartışma konusu olarak hala ortada duruyor. Türkiye dünya bor rezervlerinin %72’sine sahip. Ancak bu “tekel” rakam bile Türkiye’deki rezervi net olarak tanımlamıyor. Zira tüm uzmanlara göre daha çok bor madeni bulunacak.

Üstelik maden uzmanlarına göre bu rakamın çok daha stratejik bir başka boyutu daha var... Hesaplara göre Türkiye’nin bu rezervinin ömrü tam 400 yıl! Ama diğer ülkelerdeki rakamlar yerlerde sürünüyor., Örnek mi? ABD’nin bor rezervi 8 yıl sonra bitiyor! Üstelik ekonomik değil. Zira örneğin yine ABD, bor çıkarabilmek için yerin 400 metre altına inmek zorunda. Yani bol bol para ve zaman harcıyor. Türkiye ise neredeyse kürekle Bor çıkarabiliyor! Çünkü toprağın 30 metre altı bor!

Dahası Türkiye’de, Bursa, Balıkesir, Eskişehir ve Kütahya’da bu maden çıkarılıyor. Ama ülkenin geri kalan kesiminde neler olduğu bilinmiyor. Yani sadece dört şehrimizle dünya bor rezervlerinin en güçlü ülkesi durumundayız.

İşte ilk belge: Kazan’da ne kadar Bor var?

Bundan kısa bir süre önce Kazan nahiyesinde bor bulunması ihtimali tartışılıyor. Uzmanlara göre bu bölgedeki veriler yerin altında bor olabileceğinin işaretlerini veriyor. Fakat işin üstüne gidilmesinde sorun var... Zira bu bölgede daha önce araştırmalar yapıldığı ve bir şey bulunmadığı söyleniyor. Konu inceleniyor ama bu sonuçları gösteren bir belgeye rastlanmıyor. Bunun üzerine yeni bir çalışmaya başlanıyor. Bu çalışmanın amacı Kazan’da ne kadar bor olabileceği üzerine... Ve inanılmaz sonuç. Bor var! Ama şaşırtıcı olan bu değil. Miktar inanılmaz... 600 milyar tonluk “Bor Tuzu” bulunduğu tahmini yapılıyor. Bu tuzdan bor elde ediliyor.

Yabancılar: “Türkiye’de bor yok, tükenmiş!”

Türkiye’de bor madeni üzerine çalışmaları atalete sürükleyen en önemli belgeler yabancılara ait. Her zaman olduğu gibi Türkiye’nin kritik kaynaklarının bilgisi üzerine “incelikli” çalışmaları yine yabancılar yapıyorlar. İlk ciddi çalışma ise daha borun öneminin ne tam bilindiği ne de bor kullanım yollarının bu denli ortaya çıkmadığı zamanda geliyor. 1968 yılında yabancıların hazırladığı bir rapor; “Türkiye’de bor yok, olanlar da tüketilmiş” damgasını yiyor. Hani biraz var dense yine şaşırmayacağız ama dağ taş bor madeni doluyken, “yok” demek açıkça husumet göstergesi. Bu hal diğer madenlerimiz konusunda da-özellikle petrol-şüphe duymamızı kolaylaştırıyor!

İşlerin daha sarpa sardığı nokta ise hâlihazırdaki dünya bor rezervlerinin kullanımının neredeyse bir-iki şirketin eline geçmiş/geçiyor olması. Burada yalnız bir örnek kafi olacak gibi. Örneğin Kazakistan da bir bor üreticisi ama kazak borunun tamamı tek bir şirket tarafından kapatılmış bulunuyor.

Bu da görmezden gelinebilir! Fakat borun yeni kullanım alanlarının tamamı “stratejik”... Bu da bor için artık belgelerde kullanılmaya başlanan bir sözcük. Zira bor stratejik bir madde ve bunu sağlayan da “yeni kullanım” alanları.

İşte kanıt... Son Irak savaşından sonra patlayan petrol fiyatları tüm dünyada özellikle ulaşım için yeni enerji kaynaklarına yönelik ilgiyi parlattı. Ve şu an insanoğlunun elinde bulunan en yakın kaynak hidrojen! Peki, dünyada üzerinde en çok Hidrojen tutabilen madde hangisi? Elbette cevap bor!

Yeni yakıt budur

Ama bugüne kadar “fütürist bir kurgu” olarak söylenen bu önerme bor Belgeleri’ne göre gerçeğe dönüşmüş durumda. Açıkça borun ulaşımda kullanılması hali şöyle elle tutulur bir sonuç içeriyor. 30 galon (yaklaşık 110 lt) 750 kilometre yol gidilebiliyor. Türkiye’de 1 galon benzinin fiyatı 7,5 dolar seviyesinde. Oysa gerekli seri üretim imkânları tamamlandığında borun galon fiyatı 2,5 dolar olacak.

Şu gerçek tüm dünyada kabul ediliyor... Yakıt ihtiyacı Hidrojen’le karşılanmak zorunda! Ve Hidrojen varsa bor olacak!

Ancak borun enerji mucizeleri bununla da bitmiyor. Lap-Top’ların şarjlarında kullandığınızda bugün 2.5 saat ortalama çalışma süresi 12 saate çıkıyor. Bu kritik rakamları çoğaltmak fazlasıyla mümkün. Fiberglasların yüzde 15’iini bor olşturuyor ki, bu ürün denizcilikten havacılığa kadar bir çok alanda kullanılıyor.

Yine Türkiye’nin de çalışmalarına başladığı Nükleer Santrallerde önemli ölçüde kullanılıyor. Füzyon reaktörlerinde “yakıt olarak” olarak kullanılması konusunda çalışmalar var.

İşte bu stratejik yeni bilgilerin hepsi Türk kurumlarının arşivlerinde bulunuyor. Tek farkı üzerinde “toz” bulunmaması. Zire Türkiye bora yüklenme planını elden geçiriyor. Ancak zaman da aleyhimize işliyor. Borun için şimdi bir şeyler yapmanın zamanı. İlk önce yapılması gereken ise borun bulunması, çıkarılması ya da ihraç edilmesi değil. Bor ürünlerinin çıktığı toprakta, anavatanında üretilmesi.

Türkiye üzerinde oynanan büyük oyunlar

Türk ekonomisi ve siyaseti ile her zaman yakından ilgilenen Yahudilerin, neden Türkiye'yi Ortadoğu ateşinin içine çekmek istediklerini anlamak için bu yazıyı iyi okumanızı öneririz.

1880 yılında İstanbul'a gelen ve burada öğretmelik yapan Bertrand Bareilles'in 1917 yılında kaleme aldığı "İstanbul'un Frenk ve Levanten Mahalleleri" adlı kitabında Türkiye'de yaşayan Yahudilere geniş yer ayırıyor. Bareilles kitabında, Yahudilerin Filistinle birlikte hedefleri arasında Türkiye'nin de bulunduğuna işaret ediyor.

Türkiye'de Yahudi cemaati gelişmektedir, ama düne kadar bu gelişme sadece manevi düzeydeydi. Zaten maddi gelişmeden söz etmek yersiz olurdu. Çünkü Fransa'nın gönderdiğinden başka parası olmayan bu ülkede kimse servet yapamıyordu. Ayrıca Yahudi, kökleri bizim büyük Devletimiz'den çıkan liberal kurumlara uzanan bir toplumsal konumdan yararlanıyordu. Bunu, Evrensel İsrail Birliği'nin kurucusu Charles Netter'e, birçok yönden Tevrat'ta ki yargıçlarınkine benzer bir politikanın temellerini atan Hirsch'lere, Rotschild'lere borçluydu. Birlik okulları Yahudiliğin gelişimine büyük katkılarda bulundu. Yahudi, önyargıların ve kötü niyetlerin kendisini hapsettiği aşağı konumdan yavaş yavaş çıktı. Türkiye'de Yahudi milleti içinde özellikle iş alanındaki becerileriyle sivrilen çok sayıda insan bulunmakta ve bunların politikası, dünya çapındaki bir politikayla uyum içinde işlediğinden etkili olmaktadır. Bugün Yahudi ırkı sınır farkı tanımayan bir aile gibidir. Diğer milletler birer aileler toplamı iken Yahudilerin bir kardeşler toplumu olduğunu söyleyen Pascal, her zamankinden çok doğrulanmaktadır.

Yahudiler herkesle iş yapar, ama dostlukları sadece kendi içindedir. Dışlayıcı ve kendi içlerine kapalıdırlar; kuşkusuz bunda dinlerinin de payı vardır. Ama ırksal içgüdülerinin en önemli göstergelerinden birine dönüşen kendini savunma gereksinimi de unutmamak gerekir. Dünyada daha etkili bir dayanışma ruhuna sahip, insanların birbirine daha çok omuz verdiği başka bir cemaat yoktur. Öyle ki onları ilgilendirebilecek her olay bu cemaatte önemli yankı bulur. Alışkın bir göz insanların tavırlarındaki heyecandan bu olayları ve yankılarını ayırt edebilir. Bu gözlem kuşkusuz diğer cemaatler içinde yapılabilir, ama Yahudilerde iş çok daha belirginleşir. Kendilerini etkisi olmayacak her şeye karşı ilgisiz kalırlar; olaylarla ancak kendi hedeflerine ya da çıkarlarına uydukları oranda ilgilenirler. Gerek koşullardan yararlanmak, gerekse sorumluluktan kaçmak konusunda çok beceriklidirler; kimi zaman hiç belli etmeden yabancı aracılar kullanarak işlerine gelecek kimi olayları kışkırttıkları bile görülür.

Politikaları hep aynıdır; ama önlerine koydukları hedefe olaşmak için başvurdukları araçlar ve formüller sadece koşullara göre değil, aynı zamanda bir ülkeden diğerine ve ortamdan ortama değişebilir.

Türkiye'de nüfuz merkezleri Selanik ve eylemlerinin temel dayanağı dönme denen müslüman Yahudilerdi. Dönme İsraillinin onu kendinden kabul edeceği kadar Sami kalmış ama türkün güvenini kazanacak kadar da Müslümanlaşmıştı. Cahit'ler ve Cavit'ler dönmedir.

Şu arada Yahudilerle Türkler arasında süren ateşkes döneminde, Türkler Siyonist girişimin hedeflerinden habersiz değildir. Her zaman iyi haber alan Türk etrafında olup biten her şeyi bilir; çünkü ayakta kalabilmek için, maddi kaynaklarından çok, incelik ve kurnazlığın eşit dozlarda kullanıldığı diplomatik yeteneklerine güvenir. Rusya'nın ezilmesi ve bugüne kadar kendisine hizmet eden ama artık bağımsızlıktan başka bir şey düşünmeyen ırkların kökten yok edilmesi sonucunda, İsrail halkı daha hedefini gerçekleştiremeden kendi emellerine ulaşabileceğini hesaplamaktadır. İsrail halkının bu emellerine göz yumar görülmekte böylece bekleyiş döneminde Yahudiliğin çeşitli güçlerinden yararlanma olanağı bulmaktadır. Bu anlaşma, kendisine ayakta tutan hayaller yaşadıkça sürecektir.

Bugün Abdülhamid'i deviren darbenin örgütlenmesinde ve Türk işlerinin yönetiminde Yahudilerin oynadığı rolü herkes biliyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti dönmelerden oluşuyordu. Resmi yayın organı Tanin, bir dönme olan Hüseyin Cahit tarafından yönetiliyordu. Cemiyetin diğer yayın organı olan ve Fransızca basılan Jeune Turc, Siyonizm tarafından finanse ediliyor ve içinde Yahudiler de çalışıyordu. Düzenbaz Cavit de en az diğerleri kadar dönme idi. En çeşitli yetkilerle donatılmış ve daha önce işitilmemiş bir şekilde, Yıldız'a gidip Halife'ye milletin artık kendisi istemediğini bildiren parlamento heyeti içinde de yer alan mebus Karasu da Yahudi idi. 1914'den beri, yazı işleri müdürlüğünde kalan Hüseyin Cahid'in yerini alan ve Tanin'in başyazarı olan Salomon Efendi'nin de bir Yahudi olduğunu belirtelim.

Tüm giz perdeleri henüz kaldırılmamıştır. Ama 8 Temmuz 1908 darbesinden beri Türkiye'de yaşanan olayların öncesinde ve sonrasında yer alan entrikalar bunların gerçekleştirilmesinde Yahudi-Alman girişimlerinin payı hakkında bir fikir vermektedir. Times 'ın Viyana muhabiri Mr. Steed bu anlaşmanın en önemli olayının Reval görüşmesinin ertesinde, 1908in haziran başında Çar ve Kral Edward'ın yanlarında Isvolsky ve Sir Charles Hardinge ile birlikte, genel bir vali atanmasını öngören Makedonya reform programı üzerinde anlaşmaya varmalarıyla yaşandığını söyleyecektir. "Almanya'nın" ve Avusturya-Maceristan'ın Alman-Yahudi basını bu görüşmeyi mevcut statükoya karşı bir komplo olarak suçladı ve sultanın egemenlik haklarına ve toprakları üzerindeki idari otoritesine karşı, püskürtülmesi gereken bir saldırı olarak niteledi. Jön Türklerin Abdülhamid'e karşı örgütlenmesinde toplantı yeri olarak kullanılan Selanik ve Makedonya'nın tüm mason localarında Reval görüşmesi hakkında bu Avusturya-Alman yorumu yaygınlaşmıştı ve Osmanlı imparatorluğu'nu tehdit eden bu yeni tehlike karşısında eylemi hızlandırmak gerektiğinden söz ediliyordu. 24 Temmuz'da Türk isyanı patladı. Barutu ateşleyen fitil, Abdülhamid'in komployu ortaya çıkarması oldu.

Ama günü gününe izlenebilen birbirini destekleyen ilk olaylara dönelim. 1896'da Dr. Herzel Berlin'de Siyonist Cemiyeti'ni kuruyordu. Ertesi yıl Kayzer o gürültülü Doğu gezisini gerçekleştiriyordu. Bunun hemen ardından Yahudi kolonizasyon tasarılarının gerçekleşmesi için çalışmalar başlıyor, ama bunu ilke olarak kabul eden Abdülhamid o kuşkulu kişiliyi ile tasarının hayat geçirilmesini engellemeye uğraşıyordu. Tüm vaatlerine karşın, yavaş yavaş tarım kolonileri kurulan Hayfa ve Saron bölgelerine Rusya'dan ve Galiçya'dan akın etmeye başlayan Yahudilere toprak satılmasına karşı çıkıyordu. Özellikler bu toplulukların kendi seçtikleri noktalarda büyük kalabalıklar halinde yığılmasına izin vermeyi reddediyordu. Sultanın Panislamist propagandayı yürüten Arap şeyhlerinin temkinli önerilerine kulak verdiğini biliyorum. Ama bu durum söz konusu girişimi hazırlayanların işine gelmiyordu. Türk yetkililere, "göçmenlere bireylerin ve ailelerin ayrılmasının şart koşulmaması gerektiğini çünkü bir Yahudi'nin dini görevlerini yerine getirmek için kendi dindaşları arasında yaşamak zorunda olduğunu" anlatabilmek için müdahale etmeleri gerektiğine inandılar. Jön Türkler iktidara gelince her şey değişti. Siyonist önderler daha büyük bir dayatmacılıkla bu sorunu gündeme getirdiler, ama şimdi tartışmasız bir güce dayanan bir örgüte uygun düşecek bir otorite ve haber alma kaynaklarına sahip olduklarını gösteren bir güven ile konuşuyorlardı. Babıali'ye gönderdikleri bir notada, Türkiye eğer Yahudi göçüne izin verirse "başka ülkelerde yüksek mevkilerde bulunan dindaşlarımız, kendi ülkelerine karşı görevlerini aksatmamak koşulu ile tüm nüfuzlarını Meşruti Osmanlı hükümetinin siyasal ve ekonomik ilerlemeleri hizmetine sunabilir. Yahudiler ile Türkiye arasında bu ittifakın kurulmasını kurulmasına girişecek olan Osmanlı devlet adamları, milletimizin şükran ve minnetini elde edebileceklerinden emin olabilirler. Yahudi dünyasının bağlılığı ve dostluğu konusunda gerekli sözleri ve güvenceleri verebiliriz; bizim tavsiyelerimizin ve dileklerimizin bu dünyayı yöneten kişiler ve çevreler tarafından olumlu karşılanacağına eminiz." Bu çağrıya kulak verildi ve Yahudilerin yeni koloniler kurmak üzere hemen Filistin'de toprak satın alma pazarlıklarına giriştikleri görüldü. Taberiye kentinden Safed'e kadar uzanan bir bölgede, Taberiye gölünü çevreleyen ve Ürdün nehri boyunca Eriha'ya kadar inen bir alanda hatırı sayılır toprakların sahibi olacaklardı. Savaş arifesinde yeterli halkın özellikle de Dürzilerin tüm muhalefetine karşı, topraklarını Suriye'ye doğru genişletmişlerdi.

Bu derneklerin ne olduğunu, kredilerinin nereden kaynaklandığını, kimler tarafından yönetildiklerini bugün artık herkes biliyor. Yinede bunların Alman Yahudilerinden oluştuğunu belirtelim ve aidiyetin onların yüksek mevkilerde bulunan diğer ülkelerin Yahudileri adına, onları yöneten çevreler tarafından kendilerine karşı çıkılmayacağına güvenerek, yabancı bir hükümetle anlaşmaya girmelerini engellemediğinin de altını çizelim. Her yerde kolları olan bu dernekler –sadece Amerika'dan söz edecek olursak- gerçekten de Kahn, Loeb Kumpanyası ve onların denetimindeki Felix Warburg, James Speyer gibi güçlü mali kuruluşlara dayanıyorlardı. İngiltere'de Banker Cassel'e ve Jön Türklerin çıkarlarına bağlılığıyla dikkat çeken Adam Block'a ve Rusya'nın güçlü Musevi örgütlerine dayanıyordu. Bu ittifak Babıali'ye bir ayağının Alman müttefikinde diğerinin de olası rakiplerinde olması avantajını sağlıyordu. Bilgenin dediği gibi, dostlarınızın sayısını asla yeterli bulmamalısınız.

Siyanist emellerin Jacobson'lara Eikus'lar ve Morgenthau'lar tarafından temsil edilen yürütme organları da uluslararası nitelikte idi. İstanbul'da elçi olan Morgenthau, 1 Temmuz 1916'da şu haberi yayınlayan Le Peuple Juif gazetesine bakılacak olursa, zamanını boşa harcamıyordu: "Morgenthau, 21 Mayısta Cincinnati'de yaptığı bir konuşmada, savaştan sonra Filistin'in Siyonistlere bırakılması sorununu kısa bir süre önce Osmanlı hükümeti ile görüştüğünü açıkladı. Açılımları Türk nazırları tarafından çok olumlu karşılanmıştı. Rakamlar önerildi ve bir Filistin cumhuriyeti kurmanın yararları tartışıldı." Ve gazete konuşma haberinin ardından şu yorumu yapıyordu: "tüm dünya Yahudileri güncel olayları diğer halklardan daha umutlu bir şekilde izlemekte haklıdır; çünkü tam bağımsız bir vatana kavuşma şansları oldukça yüksektir." Morgenthau bu konuşmayı yaparken, savaşta taraf olan bir devletin top atışlarıyla imzaladığı bir anlaşmanın yazgısından pek kaygılanmadığı anlaşılıyor; ama Wilson sahneye çıkınca herhalde kendine sormuştur. Zaten başka etkenler de bu konuda imdada yetişti. Jön Türk hareketini yönettikleri sürece her türlü Siyonist gösteriden sakınan Selanik Yahudileri, Yunan uyruğuna geçtikten sonra bu temkinli tutumu bir yana bırakıp, General Sarrail'in iyi niyetli süngülerinin gölgesinde geçek kimliklerini ortaya koyabileceklerini düşündüler.

Bu kentin bir gazetesinde çıkan habere göre, "17 Nisan 5677'de (9 Nisan 1977)" yıllık Yom Aşokel bayramını kutlamak için toplanan 3000 kadar Selanikli Siyonist içinde bulunan günlerin İsrail halkının hak etmediği felaketlerin sona ermesinde ve binlerce yıllık umutlarının gerçekleşmesinde ne kadar büyük bir önem taşıdığının bilincinde olarak, halkların en eskisine karşı olan adalet borcunun ödenmesi, Yahudi milletinin tarihsel toprakları olan Filistin'de dirilmesi için Yahudi olmayan dünyanın tüm seçkin yüreklerinin sıcak desteğini bekliyorlar." Bundan iyisi can sağlığı; ama bu çağrının elçinin tek yanlı oyunlarının biraz fazla küçümsediği İtilaf güçlerini yumuşatmayı hedeflediği açıktır. "seçkin yürekler"in desteği istenmektedir. Çünkü hedeflerin gerçekleştirilmesinde artık sadece Almanya'nın gücüne dayanarak başarı sağlanamayacağı anlaşılmıştır. Bu hedeflerin Müslüman önyargılarını ayaklandırmaktan öte sadece Fransa'nın değil –sadece Fransa olsa pek önemli sayılmazdı- İngiltere'nin de çıkarlarına ters düşeceği, Hint Okyanusu'na açılan büyük ulaşım yolları üstüne Töton kültüründen gelme unsurların yerleşmesini İngiltere'nin hoş karşılamayacağı düşünülmüştü. Yaşlı kıtaların göbek deliğini oluşturan Suriye ve Mezopotamya'nın, Ön Asya'nın geri kalanının çok daha önemli olduklarını, tüm kapıların bu anahtarlarla açıldığını İngiltere, Fransızlardan daha iyi bilir. Üstelik İngiltere, bu tasarıyı kabullenmek istese bile, müttefiki olduklarını açıklayan Arapların duygularını incitmeyi göze alabilir mi? Tevrat çağına dek uzanan bir hakka sahip olduklarını ileri süren bir takım yabancıların gelip –Kızılderililere yapıldığı gibi- topraklarını ellerinde almaları karşısında Araplar susacak mıdır? Ve niye toprakları ellerinden alınacaktır? O kadar uzun süre başkalarının yanında yaşayan İsrail, sonuçta kendi ırkından bir başka unsurun yanında yaşamasını niye hoşgörüyle karşılamayacaktır ? Filistin'e geri dönüşün mutlaka Amuriyelilerin ve Moabitlerin sürülmesiyle birlikte mi düşünmek gerekir?

Siyonizmin Türkiye'yi, sonucu ne olursa olsun, ancak tabut içinde çıkabileceği bir savaşa itmesinin altında Davud'un tahtının yeniden kurulmasının İslam için de yaratacağı güçlükleri aşma öngörüsü yok mudur? Güçlü sermayelerin kullanılması ile nüfusu ve kendisi yenilenecek bir Türkiye, Yahuda topraklarında kurulacak bir Yahudi cumhuriyetine geçiş yolu olacaktır. Planları hazırlayanlar Siyonist sorunu bu şekilde çözülmesini düşünmüş olmalıdır. Yahudi'nin toprakta çalışmaktan tiksinmesi gibi diğer engelleri bir yana bırakacak olursak, bu çözümün en azından tüm dünyaya dağılmış durumdaki on iki milyon Yahudi'yi Yahuda krallığı dar çerçevesi, içine sokmanın olanaksızlığından kaynaklanan güçlükleri –Yahudi karşıtları bu güçlükleri ustaca istismar etmektedir- aşma avantajı sağladığı kabul edilmelidir. Kimi olgularca da inanılır kılınan bazı söylentilere bakılırsa Siyonist, sadece Tapınağını kuracağı ve iki bin yıllık bir aradan sonra Tanrı'ya yeniden sunmaya başlayacağı yakılmış kurbanların dumanlarının tüteceği kayalık Filistin'i değil, kullanılmamış zenginlikleriyle, stratejik noktalarıyla, Akdeniz'in bir Güney Baltık denizine dönüşmesini engelleyen ulaşım yollarıyla tüm Türkiye'yi istemektedir.

Bununla birlikte, kendi evinde oturmak istemesine karşı başkalarının yanında yaşamayı sürdüren bir ulusun ebedi sorunu muhalefetleri artırarak çözülemeyeceğini görmek gerekir. Bu oyunda İsrail, sadece eski, zararsız ve zaten hayırseverlik bilinci ile yumuşatılmış önyargılardan değil, hiçbir zaman affetmeyen yeni kıskançlık ve kinlerden beslenen acı düşmanlılar yaratmıştır kendine. Gerçi Almanya, İsrail'in artık işine yaramadığını düşündüğü, bu nedenle zaten ilk işaretini ve örneğini de kendisinin verdiği Yahudi karşıtı duyguları canlandırma kararı aldığı gün Yahudilerin durumu iyice kötüleşecektir. Çünkü Almanya'nın hoşgörüsü sadece koşullara bağlıdır ve kısa vadede tüm dünyayı önünde diz çöktüreceğini düşündüğü anlaşmalara dayalı kısa bir ateşkesten başka bir şey değildir.

Bu makale Bertrand Bareilles'in Güncel Yayıncılık tarafından basılan "İstanbul'un Frenk ve Levanten Mahalleleri" adlı kitabından özetlenerek alıntılanmıştır.

Bir avuç ölüm: “Atom”un önlenemeyen öyküsü

Atom kötü değil! O sadece bir madde. Kötü ya da iyi olmasına insanoğlu karar veriyor. Nükleer silahlar uyuşturucu bağımlılığı gibi... Bir defa yapmaya başladığınızda kendinizi durduramıyorsunuz.

Soğuk Savaş döneminde ve hatta devamında üretilen nükleer başlık sayısı (2002 de bile 30 binin üzerindeydi) yerküreyi bir kaç defa yok edecek güce ulaşmıştı. Elbette bu paradoks yeni/modern üretimleri hiç engellemedi. Hoş, Hiroşima ve Nagazaki rezaleti bile engellenememişken... Atom bombasının ve türevlerinin öyküsü; bir yandan bilimin ilginç bir kronolojisini sunarken öte yandan tarihi, politik, ekonomik ve askeri bir düzlem de yaratıyor. Nihayet insanlığın dizginlenemez hırslarını da-akl-ı selim bir bakışa sahipseniz-özetliyor. Atom kötü değil! O sadece bir madde. Kötü ya da iyi olmasına insanoğlu karar veriyor. Bu kararın her zaman doğru olmadığının masalını ise herkesin-yeniden-bilmesi gerekiyor. Yani çıkacak kıssadan hisseye göre masalın sonunda gökten ne düşeceğine yine biz karar vereceğiz.

“Şişman” ve “Ufaklık” kadar ünlü olamadı fakat ailenin en büyük çocuğu oydu aslında... Matrix yapımcıları ismi ondan mı çaldılar bilinmez ama “Manhattan Projesi”nin ilk atom bombası “Trinity”di... 16 Temmuz 1945’de New Mexico-Alamogordo’ya atıldı ve-kardeşlerinin tersine-kimseyi öldürmedi! “Little Boy” ise 6 Ağustos 1945’de ilk anda 200 bin kişiyi yok etti. Hiroşima ile birlikte! Uranyum’lu ilk atom bombasıydı. “Fat Boy” da onun izinden gitti. Plütonyum’u Nagazaki’yi yok etti. Kısa süre önce “hepsinin ölüm gününü” idrak ettik. İnsanlığın yarattığı en rezil silahın 70. yılını!

Günümüze kadar-fizyolojik, psikolojik, sosyal ve politik-etkilerini sürdürmüş olsa da, Atom Bombası gibi bir silahın yeniden ve yeniden üretilmesi hırsından vazgeçilmiş değil. Yarattığı yıkımın çapı, hemcinslerinin yapımı bir yana, “daha iyilerinin” binlerce kez imalini de engelleyemedi.

Gerçekte Atom Bombası’nın hakimiyeti o kadar da uzun sürmedi. İlk kez kullanıldığı 1945 yılından kısa süre sonra “popülerliğini” yitirdi. 1950’lerin ilk yıllarında termo-nükleer bombaların geliştirilmesiyle, atom bombaları stratejik silahlar olmaktan çıkıp taktik silahlar sınıfından sayılmaya başlandı. H Bombası ya da Hidrojen bombası olarak bilinen nükleer stratejik silahlar 60 megatona kadar çıkarılabilen tahrip gücüyle dünyanın yeni kabusu oldular. İki silah arasındaki temel fark basitti... Atom Bombası’nda ağır bir atom çekirdeğinin daha hafif iki çekirdek oluşturacak biçimde bölünmesiyle ortaya çıkan enerjiden yararlanılıyordu. Hidrojen bombasında tersini yaptılar! SSCB’nin 1961’de denediği termo-nükleer bomba Hiroşima’ya atılandan 4 bin kez daha güçlüydü. Bundan sonra da ipin ucu zaten kaçtı.

Nuke!..

Bu türden ilk bomba 1952’de ABD tarafından test edildi. Ardından da SSCB, İngiltere, Çin ve Fransa bu silahı üretti ve kullandı. 1980’lerin sonunda yerküre üzerinde 20 binden çok termo-nükleer bomba bulunuyordu. Bu saçma sapan üretimin rakamsal değerlerinden çok daha tatsız bir gelişmeye de neden oldu bu cins bombalar. Güçleri daha az olmasına rağmen (100 kiloton ile 1.5 megaton arasında) bu bombaların küçük boyları (!) stratejik füzelere ve kıtalararası balistik füzelere yerleştirilmeye başlandı. Bir kaç metre uzunluğundaki bu bombaların dünyanın etrafını 20-25 dakikada dolaşabilecek hızda balistik füzelere irtibatlanması dünyanın huzurunu “topyekun” kaçırdı. Gelişen bilgisayar sistemleri bu füzelerin hedef sapma oranlarını da yok denecek kadar aza indirdi. Böylece herkesin evinde huzurlu oturma günleri sona erdi.

1950’lerden başlayarak 70’li yıllara doğru zirve yapan bu türden silahların yayılmasının engellenmesi çalışması çoğu zaman anlamlı bir sonuca ulaşmadı. Tamamen işe yaramadı demek doğru olmaz belki ama herkesi tam olarak tehtid eden bu silahların varlığına son nokta bir türlü konulamadı. 1957’de IAEA kuruldu. Atom Enerjisi Ajansı ülkelerin bu yoldaki girişimlerini denetlemeye başladı. 1968’de Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) imzaya açıldı ama getirdiği sorumluluklardan “o güne değin nükleer silah üretmiş olan ülkeler” muaf tutuldu. Ne işe yaradı diye sorulabilir ama nükleer silahı olmayan ülkelerin bu silahları yapmasının önüne geçilmesi arzulandı. Tabii bu anlaşmayı imzaladılarsa. Böylece NPT bir güvenlik anlaşması olmaktan çok politik dayatma olarak kaldı.

Türkiye doğal Uranyum rezervlerine sahip bir ülke olmasına rağmen bu pisliğe hiç bulaşmadı. Ama topraklarından uzak tutmayı başaramadı. 1959’da Türkiye ve İtalya gibi NATO üyesi ülkelerin SSCB’den gelebilecek saldırılara karşı nükleer şemsiye altına alınması isteğiyle buralara füzeler yerleştirilmesi kararı alındı ve uygulandı. Çok uzun yıllar sonra, 2006’da, İran kirizi nedeniyle yeniden gündeme gelen nükleer kriz sırasında İnciklik Üssü’nde çok sayıda ancak küçük kuvvetlerde nükleer bombaların bulunduğu gazetelere yansıdı.

Soğuk Savaş döneminde iş gitgide nükleer denge meselesine ve süpergüçlerin hakimiyet kavgasına dönüştü. Sürekli olarak nükleer balistik füze üretildi ve her tarafa yerleştirildi. 1980 ortalarında toplam nükleer silah sayısı 65 bin rakamını aştı. Dünyayı birden çok kez yok edebilecek bu gücün anlamsızlığının herkes farkındaydı ve nükleer bir savaştan kimsenin paçasını kurtaramayacağı biliniyordu. Yine de hız kesilmedi.

SSCB çöktüğünde nispi bir rahatlama oldu. En azından-ne işe yarayacaksa-yeni nükleer silah yapımı düştü. O zaman kadar gelen “azaltma” anlaşmaları moral buldu ve bu silahlar yavaş yavaş yok edilmeye başlandı. 2002 yılında toplam rakam 20 binin biraz üzerindeydi. Sevindirici olmakla birlikte bu tür silahların bini ile yüz bini arasında bir fark olmadığı hala anlaşılmış değil.

Yakın zamana kadar başta ABD olmak üzere bir çok ülke yeni nesil nükleer silahlar ve balistik füzeler üzerinde çalışmalarını sürdürüyor. Sadece ABD’nin bu alana ayırdığı yıllık bütçe 6 milyar dolar. Rusya yeni gelişmelere sıcak bakmıyor ama ama aynı soğukluğu elindeki füzelerin imhası fikrine de gösteriyor. İngiltere, Fransa gibi Avrupa ülkelerinde bir değişiklik görülmezken, Uzak Asya’da Kuzey kore ve Çin çalışmalarını sürdürüyor. Ortadoğu ise malum olduğu üzere fırsat kolluyor.


Ek bilgiler…

NÜKLEER ÖLÜM

Plütonyum 239 ya da Uranyum235 izotopları gibi ağır element çekirdeklerinin bölünmesiyle açığa çıkan enerjiden kaynaklanan büyük patlayıcı güç Atom Bombası’nı oluşturuyor. Bu bölünme, çok hızlı bir zincirleme tepkime içinde bölünebilir çekirdeklerin nötronlarla bombardımanı ile başlatılır. Bir atom bombasının gücü, kimyasal patlayıcalarla yapılmış aynı boyuttaki bir bombayla kıyaslanamayacak denli büyüktür. Patlama esnasında, şok dalgaları ve rüzgar basıncıyla şarattığı etkinin yanı sıra; ısı, ışık veöldürnücü radyasyon yayar. Nükleer silah üretmek, nükleer enerji üretmek için gerekli tesislerin ve bilgilerin ötesinde bilgi, beceri, tesis ve malzeme gerektirmektedir.

Nükleer silahın en temel girdileri, yüksek oranda zenginleştirilmişuranyum (HEU) ve Plutonyum'dur. Bir nükleer silahta kullanılacak uranyumun en az 20 kilo kadar ve yüzde 90'lar seviyesinde zenginleştirilmiş U-235 izotopu içermesi gerekmektedir.

Ancak U-235 izotopunu, doğal oranı olan binde 7'den yüzde 90'lara çıkarmak, yani zenginleştirmek son derece zor ve pahalı teknolojileri gerektirmektedir. Bu teknolojilerin kullanıldığı tesisler çok yüksek oranda enerji sarfederler ve geniş bir alana yayılırlar. Daha az alanda kurulabilen ve daha az enerji tüketen, örneğin, lazer kullanılarak izotop ayırımı yaparak zenginleştirme teknolojileri ise, henüz deneme aşamasındadır ve ancak çok gelişmiş bir kaç ülkenin imkan ve kabiliyetleri dahilindedir. Nükleer silahta kullanılan diğer madde Plutonyum’dur (Pu-239) ve her tür nükleer reaktörün atıklarında belli oranlarda bulunur. Plutonyum, nükleer reaktörlerde enerji üretimi sırasında kullanılan yakıt içindeki U-238 izotopunun bir kısmının nötron ışınlaması sırasında bir nötron kaparak yeni bir bölünebilir elemente (U-239 / Pu-239) dönüşmesiyle yapay olarak oluşur. Plutonyum atık yakıt içinden ancak kimyasal ayrıştırma yoluyla elde edilebilir ve nükleer silah yapımında direkt olarak kullanılabilir. Plutonyum ayrıştırma işlemi son derece ileri teknoloji, bilgi ve tesis gerektirmektedir ve dünyada ancak 10 kadar ülke bu imkana sahiptir.

YA ŞİMDİ OLSA!

Hiroşima ve Nagazaki dışında savaş nedeniyle kullanılmış bir nükleer silah örneği bulunmuyor. Testlerse kısıtlı sonuçlar veriyor. Yine de modern nükleer silahların bir şehre atılması halinde nasıl bir sonucun ortaya çıkabileceği “aşağı-yukarı” kestirilebiliyor. Burada önemli noktalardan birisi şu. Hiroşima’ya atılan atom bombası 12.5 kiloton gücündeydi. Bugün kıtalararası balistik füzeler bile bunun 20 katına yaklaşık güce sahip. Haliyle nasıl bir etki ile karşılaşılabileceği “tam” bilinemiyor. Bilinen kesin bir felaketin yaşanacağı.
Bunların dışında bir nükleer saldırıya uğranıldığında ilk karşılaşılacak etkiler açık... Saniyenin onbinde biri kadar kısa bir sürede gerçekleşen patlamanın ilk etkisi gözleri kör eden bir ışık oluyor. Ardından gelen 300 bin °C’lik ısı etkisi yaklaşık 3 km çapındaki her şeyi yakıyor. Daha sonra patlamanın etkisiyle başlayan ve saatte 1800 km ile esen alev rüzgarı çevredeki her yükseltiyi dümdüz ediyor. Saniyelerle ölçülebilecek bir zaman dilimi içerisinde şehir yok oluyor. Ve bu etkiler henüz atom bombası ile ilgili!

Hidrojen bombalarının-aynı ağırlıkta olsalar bile- etki alanı yarıçapı atom silahlarının 2,5 katı. Bu kaba hesaba göre ilk 7 kilometre içinde herşey ilk anda yanacaktır. Bir nükleer infilakta, ilk önce-silahın kudretine göre yarıçapı değişen-bir ateş topu ortaya çıkar. Ateş topunun merkezindeki ısı güneşteki ısıdan 2-3 defa daha fazladır. Ani Etkiler; Isı, Işık, Ani Nükleer Radyasyon ve Basınç olarak ortaya çıkar ve bir thermo nükleer silahta ilk 7 kilometreye hakim olur. Kullanılan kilotona göre değişiklik gösterse bile kesin olan bu alanda canlı ve ayakta hiçbir şeyin kalmayacağıdır., Kalıntı Etkiler ise daha sonra ortaya çıkar. Nükleer infilakın bütün etkilerini 100 kabul edersek, bu etkilerden: %35'i Isı (Işık ile birlikte gelmektedir), %5i Ani Nükleer Radyasyon, %45'i Basınç, %15'i Kalıntı Etki (Radyoaktif Serpinti) olarak karşımıza çıkar.
Bir nükleer patlama, örneğin nüfus yoğunluğu olan bir şehir üzerinde muazzam bir hasara neden olur. Hasarın derecesi patlamanın merkezine (hiposentr veya yer-sıfır noktası olarak da adlandırılır) olan uzaklıkla değişir. Patlamaya yakınlık derecesiyle hasar artar.

Sıfır noktasında yüksek sıcaklık (300 milyon santigrad derece) neticesinde her şey buharlaşır. Merkezden uzaklaştıkça ölüm ve yaralanmaların büyük bir kısmı, ısı dolayısıyla yanmalar, şok dalgasının yıktığı veya uçurduğu binaların kalıntılarından ve yüksek dozdaki radyasyonun sebep olduğu akut-maruziyettendir. Patlama sahasının ötesinde, ölüm ve/veya yaralanmalar ısı, radyasyon ve ısı dalgasının sebep olduğu yangınlardır. Bu da yaklaşık bir 5-7 kilometre daha demektir. Uzun-vadede, radyoaktif serpinti rüzgarların da yardımıyla daha geniş bir alanı etkiler. Radyoaktif serpinti içindeki parçacıklar su kaynaklarına karışır ve çok uzaklardaki insanlar bu parçacıkları solur veya su ve yiyecekler ile sindirir.

Nükleer patlama kadar doğrudan ölümcül bir etkisi olmasa da çevresel etkileri son derece zararlı olabililir. Nükleer ateş topunun yüksek sıcaklığı ani genleşmeyi müteakip ani soğuma atmosferde bulunan oksijen ve azottan dolayı çok miktarda azot oksitler oluştururlar. Patlayıcının her bir megatonu 5000 ton azot oksit oluşturur. Yüksek tahrip güçlü patlayıcı (fazla megaton) ile yükselen ateştopu bu azot oksitleri stratosfer tabakasına ve dolayısıyla ozon tabakasına taşıyabilecektir. Bir dizi patlama ozon tabakasını önemli ölçüde azaltabilir.
Bir bombanın tahrip gücü, patlama sonucu çevreye eşit derecede zarar verecek kimyasal bir patlayıcı olan trinitro-tolüen' in (bilinen ismiyle TNT) ağırlığı cinsinden verilir. Kimyasal patlayıcıların çevreye zararı ile nükleer bir patlayıcının vereceği zarar arasında binler veya milyon mertebesinde bir fark vardır. Örneğin, Amerikan Minuteman-III Kıtalar Arası Balistik Füzesi içinde bulunan, her biri 170 kt gücünde, ağırlığı yaklaşık 400 kg' dan az olan W62 nükleer başlıkları, patlama sonucu 170 bin ton TNT'ye eşdeğer bir enerji açığa çıkarırlar. Diğer yandan, dünyadaki en güçlü nükleer bombalar, Çinlilerin CSS-4 sistemleri olup; güçleri 5-10 Mt (5-10 Milyon ton TNT' ye eşdeğer) ağırlıkları 5 tondan azdır. Böyle bir silahın kullanılması halinde mesafe/hasar tespitinin 20km’den başlayacağı tahmin edilmekte.

Nedret ERSANEL
nedretersanal@superonline.com

Amerika'nın Müslüman çocukları

ABD, dünyanın en renkli Müslüman mozağine ev sahipliği yapıyor. Dernekleri, birlikleri, camileri, organizasyonları var. Hikâyeleri, çekişmeleri, tartışmaları, tarihleri ve beklentileriyle büyük bir topluluk. Dağınıklar! Ve bir gün birleşecekler diye Washington'un ödü kopuyor!

"Beyaz Balina Aydın" Karadeniz sahillerine ilk vurduğunda, "hayvan hakları savunucuları" ve medya, bu şirin yaratığın kısa süre içinde bir devletler hukuku sorunu olabileceğini kestirememişti... Ama oldu! Aydın'ın Türkiye'ye mi yoksa Karadeniz'de sahili bulunan komşu ülkelerden birine mi ait olduğuna ilişkin çekişmeli tartışma aldı başını gitti.

Problem Aydın'ın "mobil" olmasından kaynaklanıyordu... Çözüm için görüşüne başvurulan bir uluslararası ilişkiler profesörü şöyle diyecekti; "Bu basit bir mesele... Bana Aydın'ın başını denizden ilk nerede çıkardığını söyleyin, ben de size hangi ülkeye ait olduğunu!" Kuşkusuz akademisyenin bu talebini karşılamak mümkün olmadı ve Aydın, uluslar-üstü bir hayvan olarak ve yarattığı tartışmayı zerre umursamadan dilediği kıyıya yüzgeç sallamaya devam etti. Aydın'ın özgürlük anlayışı, şaşalı uluslararası hukuka nanik yapıyordu.

Garip gelse de Amerikalı Müslümanlar veya Müslüman Amerikalılar'ın bir kısmı için de bu örnek anlam ifade ediyor... Zira onların bilgisine ve inancına göre, yaşadıkları ülkeyi "keşfeden" ve "zapteden" yeni kıtanın ilk insanları içinde Müslümanlar var... Yine garip ama, bu kıtanın üzerinde hak iddia edecek ilk adım da bir Müslüman'ın ayağına ait!

ABD İslamı...

ABD'de Müslümanlık nedir, nasıldır, gücü nedir, homojen midir, siyasi yapılanması hangi aşamadadır, Amerikalılar bu kitleye nasıl bakıyorlar, daha önemlisi onlar Amerika'ya ve Amerikalılara nasıl bakıyorlar?.. Tamamı pek yanıtlanmamış sorular manzumesi oluşturuyor.

ABD politik sistematiğinin lobi temelli olduğu anımsandığında, Müslümanların durumu daha ilginç hale geliyor. Bir de 11 Eylül var ama ülkedeki İslami yapının taşlarını söylendiği denli oynatmış değil.

Birleşik Devletler'deki Müslümanların din, kültür, milliyet, dil, etnik köken, mezhep ve ideolojik açıdan farklılıkları inanılmaz ölçülerde. Bu yönüyle dünyanın diğer yörelerindeki hem-cinslerinden çok farklı değiller! Ama farkın da farkları mevcut. Dünyanın farklı bölgelerinden gelip, ülkenin farklı yörelerine yerleşmişler. Bu farklılıklar o kadar derin ki; örneğin 56 İslam ülkesinin temsil edildiği İslam konferansı Organizasyonu'nda (OIC) veya Avustralya, Kanada ve Güney Amerika gibi Müslüman göçmen kabulünün politik uygulamaların bir parçası olduğu ülkelerde bile homojen bir İslami vücut görmek imkansız.

Amerika'daki Müslümanların durumunu irdeleyen her çalışmanın vermesi gereken ilk bilgi, ülkedeki Müslümanların nüfusu. Ancak kötü haber şu ki, bu ülkedeki Müslümanların sayısı bilin(e)miyor! İnanılması zor ama gerçek böyle. Yine de-sağlıksız-bazı rakamlar mevcut.

Örneğin "B'nai B'rith'e(!)" göre bu sayı sadece 3 milyon. "Müslüman Amerikalılar Toplumu"nun-ki en büyük Afrikalı-Amerikalı gruptur-lideri Warith D. Muhammed'in verdiği sayı ise 12 milyon. "Amerikalı Müslümanlar Dayanışma Şurası"nın rakamı da 7.5 milyon. Belki yapılacak şey bu nüfus tahminleri arasından bir ortalama çıkarmak olabilir ki, bu da çok işlevsel değil. Fakat kim ne derse desin, üzerinde her kesimin mutabık olduğu demografik bir kabul mevcut... O da Amerika'daki Müslüman sayısının inanılmaz bir süratle arttığı. Bu artışın temel nedenlerinden biri olarak, Müslümanların artan nüfuslarıyla politik alanda daha etkin olacaklarına yönelik inançları geliyor.

Müslüman toplumun bir kısmı, Amerika'nın keşfi sırasında Colomb'un Arap coğrafyacı El-İdrisi'nin hazırladığı haritayı kullandığına ve Amerika'nın keşfinde-bu yüzden-payları olduğuna inanmakta. İddia uluslararası hukuk ya da modern devlet kuramları için sabit delil olacak gibi değil. Ama daha ilginç iddialar da var... Çünkü Müslümanların bir kısmı da İspanya'nın Hıristiyanlarca-meşhur Endülüs vakası-alınmasından sonra Amerika'ya ilk göç edenlerin İspanya'daki Müslümanlar olduğunu söylemekte. Müslümanların, İngilizler'in ilk kolonileri olan "Jamestown ve Plymouth"dan bile daha önce ilk kalıcı yerleşimi kurdukları ciddi biçimde iddialandırılmakta.

Birleşemeyen...

Yeni kıtada mukim Müslümanların kimlik farklılıkları, tam olarak dünyanın diğer bölgeleriyle olan ilişkileriyle ilintili... ABD'ye ilk Müslüman göçü 1870'lerde gerçekleşmiş. Bu göçün çoğu Lübnan ve Suriye kökenli Müslümanlar'dan. Ancak bu sürecin sonunda Amerika göçmen kotaları uygulamaya başladı ve aslan payını Avrupalı göçmenlere tanıdı. Haliyle Müslüman göçmen nüfusu azaldı. 1950'lere gelindiğinde dramatik bir değişim yaşandı ve ABD, kendi üniversitelerinde eğitim vermek için Ortadoğu'dan öğrenci almaya başladı. Bu öğrenciler açık biçimde Komünizm karşıtı ve Amerikan yanlısı olarak yetiştirildiler. Sonra da ülkelerine döndüler.

Bu öğrencilerin tamamına yakını küresel ölçekli planın yarattığı iyi birer örnek oldu(!) Anti-emperyalist özgürlük hareketinin bir parçası olarak ulusal ve laik eğilimli sosyalist kişiler oldular. Ağırlıklı olarak Nasır'cı olan ve "Arap Öğrenciler Birliği"ni inşa eden Arap milliyetçileri hedeflerine ulaşmak için ciddi bir azme sahiptiler. ABD'de yerleşmeyi seçenlerse, Arap milliyetçisi Arap-Amerikan organizasyonlarının mimarları oldular. Esasen ABD'nin tarihi konjonktürdeki beklentisi de buydu!

1965 yılında "Asyalılar İhraç Kanunu" yürürlükten kaldırıldı. Böylece ABD'ye güney Asya ve Arap ülkelerinden göçmen akını başladı. Bu Müslümanların içinde çok sayıda politik kişilik bulunmaktaydı. Entelektüel seviyeleri yüksek değildi ama ideolojileri vardı. Pakistan'ın kurulması için mücadele etmiş Güney Asyalı göçmenler ve 1967'deki yenilgi sonrası-İsrail, Suriye, Mısır Savaşı-milliyetçiliği bırakmış Arap göçmenler Birleşik Devletler'e taşındı. Elbette görüşlerini terk ederek. Fikri revizyondan geçtiler. İdeolojilerini, inançlarına "up grade" ettiler. Milliyetçiliğin bölücü olduğuna ve İslam'a dönüşün Müslüman devletler için tek kurtuluş/çıkış yolu olduğuna inanmaya başladılar. Halen bu açıyı korumaktalar. ABD yüksek politikalarının Komünizm'e karşı, milliyetçilikten daha sağlam surları olan bir başka ideolojiye ihtiyacı vardı ve bu İslam'dı. Yeşil Kuşak'ın zihni harcı ilk kez böyle döküldü.

1963 yılında bazı İslam ülkelerinin desteğiyle "Müslüman Öğrenci Birliği" kuruldu. Bu birlik ideolojik olarak Arap Öğrenci Birliği'ne rakipti ve ana hedefi tüm İslam ülkeleri için örnek olabilecek bir yönetim sistemi modeli oluşturmaktı. Bu sağlandıktan sonra anavatanlarına dönecekler, sosyalizm ve milliyetçilik karşıtı ve tarafsızlığı benimsemiş devletler kuracaklardı. Bu insanlar bölgenin "beyin göçünün" parçalarıydı. Ancak çoğu öğrenci olan bu kişiler dönmek yerine Birleşik Devletler'de kalmayı tercih etti. Zaman içinde salt bireysel ibadetle sınırlı kalmayan, farklı bir kültür ve değişik bir medeniyet olacak İslami bir yapının savunucularına dönüştüler.

'Kökler!'

Amerika'nın kuzey-doğu ve orta-batısı'ndaki 5 camide yapılan bir araştırma, görüşülen her dört Müslüman'dan üçünün üst düzeyde aydın kişiler olduğunu göstermekte. Buradan çıkan bilimsel sonuç ne yazık ki Amerikalıları pek memnun etmiyor. Amerika'daki Müslümanların "durumunun" nüfusa oranı dikkate alındığında, Amerikalılardan çok daha iyi oldukları görülmekte. Fakat hemen her istatistik bilgide olduğu gibi bu sabiti bozan değişkenler var... Afganistan, Bosna, Irak, Kosova, Lübnan, Libya ve Somali'den gelen Müslümanlar bu entelektüel başarıya gölge düşürüyor. Bu grup içinde yer alan Iraklı, Lübnanlı ve Afganlar içinde okuma-yazma bilmeyenler mevcut.

Amerika'daki Müslümanların üçte biri Afrika kökenlilerden oluşuyor. Afrika'dan getirilen kölelerin 5'te birinin Müslüman olduğu hesaplanmış durumda. Yaşanan süreç içinde çoğu Hıristiyanlığa geçmiş. Afro-Amerikalılar'ın İslam'a dönüşü, 20. yüzyılda Amerika'daki ırkçılığa reaksiyon olarak şekillenmiş. Kendilerine köle sahiplerinin yapıştırdığı etiketlerden sıyrılmak için farklı kimlik ve kendilerine uygun bir zemin yaratma arayışı İslam'a dönüşü hızlandırmış. Bir anlamıyla "kökler"e dönülmüş.

Bu akışın somut neticelerinden biri Noble Drew Ali'nin "Fas-Amerikan Hareketi"ni kurmasıdır. Ölümünü takiben çoğu takipçisi "İslam Milleti"nin kurucusu Elijah Muhammed'in halefi Farah Muhammed'in öğretilerini benimsedi. Elijah'ın ölümünden sonra Warith D. Muhammed, bağlılarını daha Ortodoks bir İslam'a yönlendirdi. Amerika'daki birçok bilim adamı önümüzdeki 20 yıl içinde siyahların büyük çoğunluğunun İslam'a yöneleceğini iddia ediyor.

Ayrışma...

Amerika Müslümanları'nın, farklı dil ve lehçelerin yanı sıra etnik köken ve kabile açısından da derin farklılıkları var. Dil ve kültür farkı Müslümanların sağlıklı bir uyum içinde ivmelenmelerini engelliyor. Arap ülkelerinden gelen göçmenlerin bile çok farklı lehçeler kullanmaları, anlaşmalarını imkânsız hale getiriyor. Dil farklılıkları aynı ülkeden gelenler arasında da mevcut. Örneğin Virginia'da, üç farklı Afgan dili konuşan üç ayrı topluluğa ait üç cami bulunmakta.

Bu işin bir veçhesi... Müslüman toplulukların dini kökenleri arasında da belirgin farklar bulunmakta. Her göçmen grup kendi dini yaklaşımlarını uygulamakta. Ülkelerinden taşıdıkları öğretilerin propagandasını yapan dini liderler ve imamların amacı, Amerika'da kurdukları organizasyonların sürekliliğini, toplumlarının ve özellikle de gençlerinin bu öğretilere bağlı kalmasını sağlamak.

Bu amaç yolunda ilk organizasyon 1954 yılında hayata geçirilen "İslam Toplumu Organizasyonu (FIA)".. ABD ve Kanada'daki 52 cami ve İslam Merkezi FIA'ya bağlı. Ağırlıklı olarak Lübnan, Suriye ve Doğu Avrupalı Sünniler'den oluşmaktalar. Ancak Şii ögeleri de-az olmakla beraber-uhdesinde barındırmakta.

Ancak bu yapı uzun ömürlü olamadı... 1965'ten sonra gelmiş göçmenlerin yapılandırdığı daha güçlü ve aktif organizasyonların gölgesinde kaldı. 1990'ların başında da faaliyetlerine son verdi. Bu Sünni organizasyonların önde gelenleri arasında "Kuzey Amerika İslam Toplumu" ve "Kuzey Amerika İslam Birliği" sayılabilir. Şiiliğin ise tüm renklerini ABD'de görmek mümkün. İran, Irak ve Lübnan'dan gelen, çoğunluğu "Dearborn ve Michigan"a yerleşik Caferiler de haritaya eklenebilir. Ayrıca Doğu Asya'dan ve doğu Afrika ile İngiltere üzerinden ABD'ye geçmiş "İsmaililer" bulunmaktadır. Bu parsalizasyonun bir parçası olarak Yemen'den göç edip New York'un kuzeyine, "Michigan ve Kaliforniya"ya yerleşmiş Zeydiler de bulunmakta. Sünni olmayan gruplar arasında Lübnan, Suriye ve İsrail'den göç etmiş Dürziler ve 11 imama bağlı, Suriye ve Lübnan göçmeni Aleviler de varlıklarını korumakta.

Bunların dışında İslam'ın birçok parçası ABD'de yaşam sürmekte. Örneğin 50'ye yakın Sufi organizasyon bunlardandır... İçlerinde en ilgi çekeni Philadelphia'daki "Bava Muhayyadin Derneği"dir. Bağlıları arasında, çoğunluğu 1960'lardaki yaygın uyuşturucu kullanımından uzak durmayı başarmış, yeni bir kimlik arayanların çocukları olan 4000 Müslüman'dır.

Generation Next...

Amerika'da yaşayan Müslümanların kendileri, çocukları ve hatta torunları arasında da gözle görülür ayrışmalar bulunmakta. Bu oldukça önemli. Çünkü bu sosyolojik hal, Amerikalıların bu gruplara yaklaşımını ve beklentilerini de etkiliyor. 1960'larda göç edenlerle 1870'lerde göç edenlerin torunları arasında da kopukluk-özellikle yaşam/kültür tarzları bağlamında-yoğun.

Yeni kuşaklar artık orta sınıf Amerikalı kompozisyonu çiziyor. Askere alınmışlar, çeşitli vesilelerle ABD'ye hizmet etmişler. 60'larda göç edenlerin ise önceden belirlenmiş kimlikleri ve değişik dünya görüşleri var. Bunlar ve çocukları Amerikan toplumundan etkilenerek, kimliklerini yeniden gözden geçirmişler ve Amerikalılaşmaya başlamışlar. Bu çocuklar için ABD, bildikleri tek vatandır.

Ailelerinin dinini istiyorlar ama kültürlerini benimsemiyorlar. Aslında Müslüman ülkelerin bir kısmında da yaşanan bu durum ailelerden karşılık buluyor... Geldikleri ülkenin kültür ve geleneklerini sanki İslam diniymiş gibi çocuklarına aktarmak ve sadık kalmalarını sağlamak. "Karşı yaka"ya gelince... Konuyla ilgilenen Amerikalılar, Müslümanların kendilerini "Amerika'yı dikkate alarak" yeniden tanımlamalarını istiyorlar. Kendilerini "Amerika'da yaşayan Müslümanlar olarak mı görüyorlar yoksa Müslüman Amerikalılar olarak mı" bunu bilmek istiyorlar! Üzerine pek gidilmiyor gözükse ve konu popüler itibar bulmasa da, Amerikan halkı, güvenlik birimleri ve Washington bu sorulara açık yanıtlar beklemektedir.

Nedret ERSANEL
nedretersanel@iyibilgi.com

Manyetik alanlar ve beynin gizli güçleri

İnsan beyni dünyanın manyetik alanı ile sürekli etkileşim içinde. Mesela yoğun manyetik alanlarının olduğu bölgelerde uyuyan bir kişi hayatında görmediği netlikte ve gerçeklikte düşler-rüyalar görebiliyor. Hz Yakup gibi…

İnsan beyni manyetik alanlar ile sürekli etkileşim içerisindedir ve hepimiz yeryüzünün manyetik alanı içerisinde hareket etmekteyiz. Bir pusulanın farklı yerlerde aynı yönü göstermesi de yeryüzünün manyetik alanının varlığını göstermektedir. Yeryüzünün manyetik alanı yer zemininden çıkıp gökyüzüne kadar devam etmektedir ve uzayda dünyamızı çevrelemektedir.

Manyetik alanlarla etkileşime en güzel örneklerden birisi kuşların manyetik alanı hissetmesidir. Örneğin bazı kuşlar göç ederken sadece güneş ve yıldızların konumuna göre değil aynı zamanda manyetik alanın yönüne göre de göç ederler. Bilim adamlarının yaptığı bazı deneylerde başının yan tarafına mıknatıs yerleştirilen bazı kuşların yollarını şaşırdıkları gözlemlenmiştir. Çünkü mıknatıs farklı bir manyetik alan oluşturur ve kuşun dünyadaki doğal manyetik alanı algılamasını zorlaştırır. Ayrıca uzay yolculuğu yapan astronotların da uzun süre dünya manyetik alanından uzak kalmaları sonucunda bazı fiziksel rahatsızlıklar yaşadıkları belirtilmektedir.

Manyetik alanların sadece şiddeti değil yönü de çok önemlidir. Yeryüzünün manyetik alanı az önce belirttiğimiz gibi dikey bileşeniyle atmosfere kadar devam etmektedir. Yapılan ölçümler bazı bölge veya şehirlerin manyetik alanlarının daha güçlü olduğunu göstermektedir. Mesela maden yataklarının olduğu bölgeler veya bazı dağlar bu güçlü bölgelere örnektir. Güçlü manyetik alanları tespit etmek için özel ölçüm cihazları kullanmalısınız veya jeofizikçilerin daha önce farklı bölgelerde yaptıkları manyetik ölçümleri incelemelisiniz. Ya da pusula türündeki aletlerin manyetik alandaki hareketlerine bakarak tahmini fikir edinebilirsiniz fakat bu son yöntemle doğru ölçümlere ulaşmak çok zordur. Manyetik alanların hangi bölgelerde daha yoğun olduğu hakkında hazırlanmış "Manyetik Alan Haritaları" vardır ve ayrıca "Maden Tetkik ve Arama" Genel Müdürlüğü'nün de hazırladığı haritalar bulunmaktadır.

Bazı bölgelerin yani mekânların beynimize ve ruhsal yapımıza daha güçlü tesirleri olduğuna dair dini metinlerde örnekler de vardır. Mesela Hz. Yakup bulunduğu yerden Haran'a doğru yola çıkar ve güneş batıp gece olunca oradaki bir alanda uyur. Başını o yerdeki taşlardan birisine yaslar ve uyur yani başının altına taş koyar. Hz. Yakup uykuya dalınca mucizevî rüyalar görmeye başlar fakat bunlar sıradan rüyalar değildirler. Hz. Yakup bu bölgede uyurken rüyasında yeryüzü üzerine bir merdiven dikildiğini ve başının göklere eriştiğini görmüştür ve onda meleklerin inip çıktığını görmüştür. Hz. Yakup uyandığında bu bölgenin çok özel olduğunu ve buranın göklerin bir kapısı olduğunu söylemiştir.

Aslında uyku ve rüya konuları ruhsal boyuta geçiş ile çok yakından ilgilidir. Mesela bir Kur'an ayetinde:

"Allah o canları öldükleri zaman alır; ölmeyenleri de uyuduklarında. Sonra haklarında ölüm kararı verdiklerini alıkoyar, diğerlerini belirlenmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için deliller vardır."(Zümer 42.ayet)

Gördüğünüz gibi ayette uykunun aynı zamanda ölüm hadisesi ile direkt bağlantılı olduğu vurgulanmaktadır. Dolayısıyla rüyalar sadece anlamsız görüntülerden ibaret değildir ruh boyutuyla da yakından ilgilidir.

Manyetik alanların uyku esnasında beyinle etkileşimine dair ilginç örnekler de mevcuttur. Mesela yoğun manyetik alanlarının olduğu bölgelerde uyuyan bir kişi hayatında görmediği netlikte ve gerçeklikte düşler-rüyalar görebilir. Hatta günahlardan arınmış insanlar bu rüyaları doğaüstü hallere kadar taşıyabilir.

Gerçekten de manyetik alanların fiziksel ve ruhsal yapımıza etkileri olup olmadığını denemek isteyenler uyku esnasında başlarına yakın bir yerde mıknatıs bulundursunlar. Çünkü mıknatısların da manyetik alanları vardır ve bu da beynimizi yakın mesafede etkiler. Büyük bir mıknatıs bulmak biraz zor olabilir. Fakat müzik hoparlörlerinin içinde yani teyplerde sesin geldiği kolonların içerisinde büyük mıknatıslar bulunur. Dolayısıyla uyku esnasında herhangi bir hoparlörü de başınıza yakın tutarak bunu deneyebilirsiniz. (Teyp veya hoparlörün elektriğe bağlı olmasına gerek yok kapalı olsun. Yani ses gelmesine gerek yok teyp çalışmasın) Ayrıca mıknatısın yani hoparlörün başa göre uzaklığı, yönü ve açısı da önemlidir (Sağ, sol, düz, ters, uzak, yakın v.s ) Farklı denemeler yaparak yani hoparlörün yönünü ve uzaklığını değiştirerek en uygun açıyı ve hoparlörün yerini farklı uyku denemeleri yaparak belirleyin. Fakat bunu sürekli denemek sağlığa zararlı olabilir o nedenle sadece birkaç defa deneme maksadıyla mıknatıs kullanabilirsiniz. (7-8 defa mıknatıs kullanmanın da bir zararı olmaz)

Nitekim asıl önemli olan yer zemininin yani Doğal Manyetik alanın yoğun olduğu alanları tespit edebilmenizdir. (Sağlık açısından mıknatısı sürekli kullanmayın) Başta da değindiğimiz gibi doğal manyetik alanlar yer zemininden çıkıp atmosfere kadar devam etmektedir yani uzaya kadar ulaşmaktadır. (Mıknatıs sadece deneme içindir fazla kullanmayınız zararlı olabilir)

Elektromanyetik alanlar manyetik alanlardan farklıdır. Mesela cep telefonlarından elektromanyetik dalgalar yayılır ve sağlığa zararlı olup olmadığı halen tartışılmaktadır. Fakat manyetik alanların (bizim başından beri bahsettiğimiz manyetik alanların) sağlığa zararlı olduğuna dair bilimsel bir bulgu yoktur.(Bizim bahsettiğimiz manyetik alana statik yani durgun manyetik alan da denilir) Mesela birçok hastanede MR dediğimiz Manyetik Rezonans cihazları kullanılmaktadır ve bu cihazlarda çok güçlü manyetik alanlar bulunmaktadır. Sağlığa zararlı olsaydı bu cihazlar günümüz hastanelerinde kullanılmazdı. Fakat dediğimiz gibi diğeri yani elektromanyetik alanlar zararlı olabilir.

Ömer Çelakıl

Su testisi Cola’ya emanet edilir mi?

Son günlerde, su konusunda, dikkat çekici bir gelişme var. Uluslararası şirketler, su kaynaklarımızı satın alıyor. “Hayati” önem taşıyan suyun “sicili” çok da temiz olmayan firmaların eline geçmesi sizce de tehlikeli değil mi?

En çok ihtiyaç duyduğunuz şey nedir, bir düşünün... Evler, arabalar mı? Şan şöhret mi? Sakin bir dağ eteğinde huzurlu bir hayat mı? Etrafta sevdiğiniz insanlar mı? Bolca para mı? Kim olursanız olun, hayat görüşünüz ne olursa olsun, cevap bunlardan hiçbiri değil.

Çünkü kim olursak olalım, en çok ihtiyaç duyduğumuz şey “hava”. Her nefeste içimize çektiğimiz, Kanuni’nin “olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” dediği zaman teneffüs ettiği hava. Çok şükür, kirli ya da temiz, her yerde bol bol var. Şimdilik, kullandığımız hava için kimse bizden para da istemiyor.

Bir zamanlar “su” için de para istenmiyordu. Su, havadan sonra, gene kim olursak olalım, ihtiyacımız olan ikinci şey...

Bugün, su, iyi para ediyor. Özellikle büyük şehirlerde yaşayan insanlar çeşme sularından soğudu. “Çeşme suyunu filtre edip için” diyen uzmanları duyan yok. Evlere plastik damacanalarla su alınıyor. Her eve haftada bir, iki veya daha fazla damacana. Su satma işi büyük bir ticaret haline geliyor. Su kaynakları alınıyor, satılıyor...

Yeni su sahiplerinizle tanıştıralım: Coca-Cola, Nestle, Danone

Son günlerde, su konusunda, dikkat çekici bir gelişme var. Dünyanın “gıda” “devleri” olan uluslararası şirketler, su kaynaklarımızı birer birer satın alıyorlar. Akşam gazetesinde yayınlanan bir habere göre, yabancıların suyun başını tutma şeması şöyle:

• “Nestle, Sapanca’da yeni bir su kaynağı aldı.
• Gene Nestle, Erikli Su’nun yüzde 60’ını satın aldı.
• Nestle, Pure Life Su’nun da, şu andaki üreticisi.
• Coca-Cola Adapazarı-Sapanca bölgesinden Mahmudiye Su’yu satın aldı. Mahmudiye Su’nun adı, Doğazen olarak değiştirildi.
• Gene Coca- Cola, Bursa’da aldığı bir kaynakta yapacağı üretimi Damla Su adıyla pazarlayacak.
• Gene Coca- Cola’nın, Istrancalar’daki Saneta Su’yu da almak istediği kulislerde konuşuluyor.
• Coca-Cola halihazırda tartışmalı su markası Turkuaz’ın da üreticisi.
• Danone ise, şu anda Hayat ve Şaşal markalı suların üreticisi.”

Suyumuzun sahiplerini biraz daha yakından tanıyalım

Coca-Cola’yı hepimiz yakından tanıyoruz. Ramazan sofralarımıza kadar giren, Urfa’dan Edirne’ye her yerde “sevilen” bir numaralı “içeceğimiz”. En büyük içme probleminin kaynağı. Diğer içme problemleri –bira, rakı, şarap ve diğer alkollü içecekler- belli bir yaştan sonra içiliyor. Ama Cola, 7’den 70’e herkesin elinde. Neden bağımlılık yaptığı sorusuna cevap aranıyor. Belki de kokainin elde edildiği bitkiden yapıldığından? İçindeki şeker – büyük ihtimalle Cargill’den satın aldığı, transgenik mısırdan üretilmiş mısır şekeri- çocukları, genç, yaşlı hepimizi hasta ediyor.

Nestle de milletçe en “sevdiğimiz” şirketlerden. Her biri çocukların midesine bomba gibi düşen gofretlerin, çikolataların, şekerli mısır gevreklerinin üreticisi. Cargill’in mısır şekerini de, ABD’den gelme, büyük ihtimal transgenik soya yağını da çoğu ürününde kullanıyor. Hazır çorba ve et sularında “Çin Lokantası Sendromu” denen hastalığa yol açan MSG- mono sodyum glutamat- kullanıyor.

Danone’yi de yakinen biliyoruz. “Sağlık” denince aklımıza ilk gelen şirket. Nedense, ürettiği yoğurtlar bir türlü ekşimiyor. Kendi anneannelerimizden biliyoruz, gerçek yoğurt bir haftada ekşir. Ama Danone’nin yoğurtları bir ay sonra bile ekşimiyor. Yoğurt ülkesinde bir yabancının “yoğurtçu” olması da ayrı bir mesele... Çocukları “büyüten”, “boylarını uzatan” dost bakterilerle dolu mini minnacık sevimli paketlerdeki yoğurtlarının neden o kadar pembe renkli olduğunu, neden öyle buram buram koktuğunu merak ediyoruz. “Peki büyükanne, senin kulakların neden o kadar büyük?” diye soruyoruz.

“21. yüzyılın en stratejik kaynağı su olacak”

İnsan ister istemez bu dev gibi büyük “gıda” şirketlerinin, neden suyumuzla bu kadar ilgilendiğini merak ediyor. Bu uluslararası şirketler, öyle yaş tahtaya basmazlar, diye biliyoruz çünkü. Planlar dışarıdan yapılıyor, burada uygulanıyordur. Konunun uzmanları, verdikleri cevaplarla bu merakımızı gideriyorlar.

Doç. Dr. Yücel Acer, bir makalesinde şunları yazıyor: “Yerkürenin yüzde 70’i suyla kaplı olduğu halde, bunun yalnızca yüzde 2,5'i tatlı su olup, tatlı su kaynaklarının da yüzde 70’i kutuplarda donmuş olarak bulunmakta. Tatlı su kaynaklarının yüzde 30’luk kesiminin büyük bölümü de ya toprakta nem, ya da yerin ulaşılması olanaksız derinliklerindeki yeraltı su kaynakları halinde bulunmakta. Bir başka deyişle, dünyanın toplam tatlı su kaynaklarının yüzde 1’inden az bir bölümü insan kullanımına elverişli durumda.”

Her yerimiz suyla çevrili olsa da, içme suyu kısıtlı. 21. yüzyılın en stratejik kaynağının su olacağı söyleniyor.

Küresel ısınma, suyu daha da değerli yapacak

Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü (GYTE) İşletme Fakültesi Dekan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Cemal Zehir, dünyadaki mevcut şartlar devam ettiği takdirde 2025 yılında 37 ülkede çok ciddi kuraklık yaşanacağının tahmin edildiğini söylüyor ve ekliyor “Dünyamızın yakın bir gelecekte biraz daha ısınması, yağışsız kurak bir periyoda girilmesi, su tüketiminin de buna bağlı olarak artması söz konusudur. Bu sebeple bütün ülkeler, tatlı su kaynaklarını özel bir itinayla koruyacak tedbirleri almaktadırlar.”

2020’li yıllarda su sorunları yaşanabilir

Habercionline sitesinden Murat Dağdeviren’e yaptığı açıklamalarda Yrd. Doç. Dr. Cemal Zehir, hızlı nüfus artışı ve küresel ısınma dolayısı ile 2020’li yıllarda su sorunları yaşanabileceğini ifade ediyor: “Türkiye ve Ortadoğu çevresindeki su kaynakları ihtiyaçları karşılamaktan uzak bulunmaktadır. Bölgede ciddi bir su sıkıntısı vardır. Bu durum gelecekte bölgede patlak vermesi muhtemel savaşların önemli potansiyel nedenlerinden biri olabilir. Ortadoğu, artan nüfus ve azalan kaynaklar nedeniyle su kıtlığından zarar görecek tüm bölgelerin en duyarlılarından birisidir. Sıcak savaş ortamının eksik olmadığı Ortadoğu bölgesinde su savaşları tezlerini eleştirsek bile, geleceğin bütün çatışmalarında etkili olacak faktörlerin önemlilerinden birisi de su meselesi olacaktır.”

Stratejik kaynaklar kimin elinde olmalı?

Uzmanlar dikkatimizi suyun önemine çekiyor. Isınmayla birlikte gittikçe değerlenecek olan, bu kadar önemli bir kaynak, icraatlarından kuşku duyduğumuz, halk sağlığını umursayıp umursamadığı belli olmayan “yabancı”lara verilir mi? Ya Türk hükümeti bir gün Hindistan’daki gibi Coca-Cola’yı yasaklamaya çalışsa, Cola elindeki su kaynaklarını gene de hizmetimize verir mi? Verse, içilebilir durumda olur mu? Ortadoğu’da su konusunda bir anlaşmazlık çıksa, çok uluslu, uluslararası şirketler, hangi ulusuna kendini daha yakın hisseder?

Su, hayatımız için en önemli ikinci şey... Birincisi hava. Suyun sahibi kim olmalı sizce?

iyibilgi.com

10 soruda Türk masonluk tarihi

Üstad-ı Azam Celil Layiktez’in açıklamaları masonları bir kere daha kamuoyunun gündemine oturttu. Oysa bu konuda bilinmeyen öyle çok şey var ki... Mesela Atatürk’ün mason olup olmadığı…

Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar ( Amc.. Ağızlılar koydukları ve sık sık yazdıkları isme bak.. Sorunları var tabi ib..lerin ) Locası Üstad-ı Azamı Celil Layiktez’in gazetelere yansıyan beyanatı, dikkatleri yakın tarihin karanlık sayfalarına yöneltti. Layiktez’e göre Masonların, Selanik’ten İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu’nun harekátında önemli bir payı bulunuyor. Hatta Abdülhamid’i tahttan indirme kararını tebliğe gönderilen 5 kişinin tamamı Masondu (biz 4 kişi diye biliyorduk).

Masonluk kapalı bir kutu. Belgeler neredeyse yok gibi. Masonluğun Türkiye serüvenini inşa etmek için pek çok parçayı itinayla toplamanız gerekiyor.

Bu yazıda Masonlukla ilgili bazı soruları kısaca cevaplandırmaya çalışacağım. (Kuşkusuz bilgilerimizin hemen tamamen Mason kaynaklarına dayandığı unutulmamalıdır, zaten başka türlüsü de mümkün değildir.)

1. Türkiye’de ilk Mason teşkilatı ne zaman, nasıl kuruldu ve kapatıldı?

Osmanlı Devleti sınırları içinde ilk Mason locası, Lale Devri’nin zevk çılgınlığı içerisinde kurulmuştur. 1721 yılında Galata’da, Arap Camii civarında açılan loca, 1748’de I. Mahmud tarafından kapattırılmış ve Masonluk yasaklanmıştır.

2. Bilinen ilk Türk Masonu kimdir?

Paris’e giden ilk Osmanlı Büyükelçisi Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin oğlu Said Çelebi, kayıtlarda adı geçen ilk Türk Masonudur. Sadrazamlığa kadar yükselmiştir. İlginç olan nokta, ilk Türk matbaasının kurucusu olan İbrahim Müteferrika’nın adının da Mason olarak geçmesidir.

3. Osmanlı Devleti’nde Masonlukla ilgili bulunan ilk belge hangisidir?

Andrea Rizopoulos’un Fener Rum Patrikhanesi Arşivi’nde bulduğu bir belge, Fransız Masonlarına ait bir ayin metni olup Rumcaya yapılan bir çeviridir ve 1747 tarihini taşımaktadır.

4. Yeniçerilikle Masonluk arasında herhangi bir bağlantı var mıydı?

Yeniçeri Ocağı mensupları, Hacı Bektaş Veli’yi pir sayar ve Bektaşi olduklarını iddia ederlerdi. (Gerçi Mevlevi Yeniçerilere rastlamak da mümkündü.) Bektaşilerin, dini konuları biraz geniş yorumladıkları malum. İşte 1826’da II. Mahmud Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırırken, onun dışarıdaki uzantısı ve üssü olarak bilinen Bektaşi tekkelerini kapattırıp Nakşilere devrederken, bir süredir yeniden palazlanan Mason localarının faaliyetleri göze batmış, bu yüzden bir tür Bektaşi kabul edilerek kapatılmışlar, mensupları ise sürgüne gönderilmiştir. Böylece Mason localarını kapatan ikinci padişahın adı da garip bir tesadüfle Mahmud olmuştur.

5.Tanzimat bir Mason darbesi miydi?

Özellikle sağ kesimde Tanzimat’ın bir Mason hareketi olduğu tezi, yaygındır. Buna en güçlü kanıt olarak Tanzimat’ı ilan ettiren Sadrazam Mustafa Reşid Paşa’nın Masonluğunu gösterirler. Elimizde bunu kanıtlayacak somut bir belge bulunmamaktadır. Ancak onun döneminde Mason teşkilatlarına göz kırpıldığını ve 1839’dan sonra verdiği gayri resmi izinle Masonluğun Türkiye’de gelişmeye başladığı inkár olunamaz. Bu süreç, 1854-56 Kırım Harbi yıllarında doruğuna ulaşacaktır. Sonuç olarak Tanzimat’ın bir Mason darbesi olduğu söylenemese de, Masonluğun Türkiye’deki modern tarihinin başlangıcı olduğu gerçektir.

6. V. Murad Mason muydu?

Masonlara göre, evet. Masonluğa girdiği yer: Kadıköy. Tarih: 20 Ekim 1872. Abdülmecid’in Murad dışında iki oğlu, Nureddin ve Kemaleddin de aynı törenle Masonluğa girmişlerdi. Kaldı ki, Abdülhamid’in Çırağan Sarayı’na kapattırdığı V. Murad’ı kaçırmak için Masonlar tarafından iki teşebbüs yapılmıştır. Birincisi Ali Suavi tarafından (20 Mayıs 1878’de başarısızlıkla sonuçlanmış), ikincisi Skalyeri-Aziz Bey Komitesi tarafından (24 Haziran 1878’de ortaya çıkarılmıştır).

7. Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve öldürülmesi bir Mason operasyonu muydu?

Abdülaziz döneminde Masonlar, Abdülmecid dönemindeki rahat çalışma ortamını bulamamışlardı. Onları sıkı bir takibe aldıran Abdülaziz, göz açtırmıyordu. Bu yüzden Mithat Paşa, Ziya Paşa gibi Masonlar tarafından kurulan ve yönetilen bir cunta eliyle 1876 Mayıs’ında tahttan indirilmiş ve birkaç gün sonra Feriye Sarayı’nda ölü bulunmuştu. Bileklerini keserek intihar ettiği söylendi ama Masonlar dahil kimse bu yalana inanmadı, isteyen Celil Layiktez’in makalesinde suicide, ‘intihar’ kelimesinin yanındaki soru işaretine (?) bakabilir. Amaç, Mason yapılan V. Murad’ı yeniden tahta çıkarmaktı.

8. II. Abdülhamid Masonlarla nasıl mücadele etti?

II. Abdülhamid işe Mithat Paşa’yı sürgüne göndermekle başladı ve iktidarı Mason hakimiyetinden kurtarmayı başardı. Hatta bu yüzden Proodos Locası Üstad-ı Muhteremi Kleanti Skalyeri tarafından öldürülmek istendi. Masonları, sıkı kontrol altına alan Abdülhamid, Masonluğun ne olduğunu, amaçlarını ve güçlerini gayet iyi biliyordu ve bu yüzden körü körüne üzerlerine gitmedi. Daha incelikli bir siyaset takip ederek kontrolü altında aldı. Zaman zaman gizli localara baskınlar düzenletip belgelerini ele geçirtmekle birlikte İstanbul’daki İngiliz locasına cömert bağışlarda bulunduğu da biliniyor. Amacı, Avrupa’da kralları ve parlamentoları nüfuzu altına almış bulunan Masonluğu kışkırtmadan kendi istediği yönde kullanmaktı. Hatta yerli bir Mason locası kurup başına geçmek istediği yolunda bir rivayet Mason çevrelerinde yaygındır. Aslında yapmak istediği, Masonları kullanmaktı. Tabii bu, Masonluk için affedilmez bir suç demekti. Cezası da aynı şekilde ağır olacaktı.

9. Hareket Ordusu bir Mason organizasyonu muydu?

Masonluğun Jön Türk devrimine hizmeti gizli saklı bir konu değil. 1901-1908 arasında Makedonya locasında Masonluğa kabul edilen 188 kişiden 23’ünün 2. ve 3. orduya mensup Osmanlı subayları olduğunu biliyoruz. Hareket Ordusu’nun bir kısım subaylarının ve Talat, Manyasizade Refik ve Cavid Beyler gibi İttihatçı önderlerin Masonlukları gerçek olmakla birlikte, mesele Masonlar tarafından kast-ı mahsusla abartılıyor. Sebebi ise basit: Modern Türkiye’nin doğuşu sayılan Jön Türk iktidarını sahiplenmekle bu ülkenin gerçek kurucularının kendileri olduğu mesajını vermiş oluyorlar. Masonlar, İttihatçıların 1910’dan sonra dizginleri ellerine alma çabaları karşısında bu defa onların da aleyhine dönecek ve Osmanlı’nın parçalanmasına yöneleceklerdir.

10. Atatürk Mason muydu?

Bu soruyu sorduk ama görüyorsunuz yerimiz tükendi. Üstelik kısaca cevaplanamayacak kadar önemli bir soru bu. Bu yüzden cevabını gelecek hafta vereceğiz.

Salih Mercan - Star

İsrail öldürdüğü balıklar için tazminat ödesin! ( Pis Maymunlar )

Lübnan'a atılan bombalar sadece insanları katletmedi. Denize akan petrol balıkları, deniz kuşlarını da öldürüyor. Ve bu petrol Türkiye kıyılarını da etkiliyor. İyibilgi olarak diyoruz ki İsrail öldürdüğü her balık için Türkiye'ye tazminat ödesin. Kampanyamıza siz de katılın.

İsrail'in Lübnan'da bir elektrik santralini vurmasıyla denize akan petrol, Türkiye ve Kıbrıs kıyılarını tehdit etmeye başladı. İngiliz Sunday Times gazetesi, petrol tabakasının Türkiye kıyılarına varacağını yazdı.

İsrail ordusu, 15 Temmuz'da Beyrut'ta bir elektrik santralini vurmuş, santraldeki yakıt tanklarından sızan yaklaşık 35 bin ton petrol sahile yayılmıştı. 'Friends of Earth' adlı çevre örgütü, petrol atığının Türkiye'nin güney sahillerine ilerlediğini duyurdu. Petrol akıntısı, Akdeniz'de yaşayan deniz memelileri, deniz kuşları, yerel balıkçılığı ve turizmi de olumsuz etkileyecek. Uluslararası çevre koruma örgütü Greenpeace, petrol tabakasının Türkiye ve Kıbrıs kıyıları için tehdit ettiği uyarısında bulundu.

Greenpeace'ten yapılan açıklamada, "Akdeniz, en korkunç çevre felaketiyle karşı karşıya" olduğu belirtiliyor. Çevre örgütü, petrol tabakasının Türkiye ve Kıbrıs'taki tatil beldelerine yaklaştığı ve bunun balıkçılığın, deniz canlılarının ve deniz suyu kalitesinin sonu olabileceği uyarısını dile getiriyor. Ortadoğu'da yaşananlar için acil ateşkes çağrısı yapan Greenpeace, Lübnan açıklarında balıkçılık ve kumsalların temizliğinin sağlanması için Beyrut hükümetine acil yardım edilmesi gerektiğini savunuyor. Çevre örgütleri, petrol atığının en erken önümüzdeki hafta Türkiye'ye ulaşabileceğini bildiriyor. Petrol atığının Kıbrıs kıyılarını ise her an için vurabileceği belirtiliyor.

Lübnan, akıntının balık avlama bölgelerine ve kumsallara yayılmasını önlemek için acil yardıma muhtaç.

Uzun vadede ise akıntının Lübnan açıklarında 100 km'ye kadar temizlemenin 1 yıl süreceği belirtiliyor. Petrol tabakası, Lübnan'ın deniz rezervlerine ve Lübnan sahillerindeki balık yumurtaları ve deniz kaplumbağaları için büyük bir tehdit oluşturuyor. Petrol akıntısı, Akdeniz'de yaşayan deniz memelileri, deniz kuşları, yerel balıkçılığı ve turizmi de olumsuz etkileyecek. İsrail uçaklarının 15 Temmuz'da Lübnan'ın başkenti Beyrut'un dışındaki bir enerji santralini bombalaması sonucunda 100 bin tondan fazla petrol Akdeniz'e akmıştı. İsrail'in ablukası nedeniyle Lübnan kıyılarına sızan petrol temizlenemiyor.

İsrail'in yarattığı çevre felaketi

İsrail'in Lübnan'da bir enerji santralini bombalamasıyla tonlarca fuel oil Doğu Akdeniz'e boşaldı. Fuel oil tabakası 100 km'lik bir alana yayıldı ve kıyıları kapladı. Zararın temizlenmesinin 200 milyon doları aşacağı belirtiliyor. Bazı tahminlere göre, Doğu Akdeniz'e akan petrol miktarı şimdiye dek meydana gelen tanker kazalarının en büyüğüne eşdeğer. Birleşmiş Milletler Çevre Programı, petrolün Lübnan kıyılarında ciddi bir çevre felaketi yaratacağını açıkladı.

BM Çevre Programı Başkanı Achim Steiner, Lübnan hükümetine akan petrolün temizlenmesi konusunda yardım edileceğini belirtti.Lübnan Çevre Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada, yayılan petrolün temizlenmesi için gerekli ekipmanın bulunmadığı ve denize yayılan akaryakıtın hızla kıyıları kapladığı belirtildi. Lübnan Çevre Bakanlığı'na danışmanlık hizmeti veren Malta merkezli Regional Marine Pollution Emergency Response Centre (Bölgesel Deniz Kirliliği Acil Eylem Merkezi) uzmanları, akaryakıtın Suriye karasularına ulaştığı ve kısa zamanda Doğu Akdeniz'i etkisine alacak bir felakete dönüşeceği uyarısını yapıyor.

Fuel oilin deniz tabanına oturması halinde balıklar için ciddi bir tehlike yaratacağı vurgulanıyor. Ayrıca Lübnan kıyılarına yumurta bırakan kaplumbağalar da tehlike altında. Siyah ve yoğun fuel oil tabakası şimdiden Beyrut'un kent plajlarını kaplamış durumda; balıkçılar ise bu yıl balık avlanamayacağı belirtiyor. Zararın temizlenmesinin 200 milyon doları aşacağı belirtiliyor.

İsrail uçakları hava saldırılarının yapıldığı 13 ve 15 Temmuz tarihlerinde Lübnan'ın başkenti Beyrut'un 30 km güneyindeki akaryakıt depolarını bombalamıştı. İlk raporlara göre, delinen depolardan 10.000 ton fuel oil akmıştı.

Ancak Lübnan Çevre Bakanı Berj Hacıyan, denize karışan fuel oil miktarının en az 35.000 ton olduğunu vurguluyor. Tesiste bulunan 6 adet akaryakıt deposundan 4'ü tamamen yanarken, 5'inci depodaki yangın uzun süre söndürülemedi. Akaryakıtın 5'inci depo yanarken denize aktığı düşünülüyor. Şimdiye dek gerçekleşen en büyük tanker kazasında Exxon şirketine bağlı Valdez tankeri, 1989'da Alaska açıklarında devrilmiş ve 40.000 ton ham petrol denize karışmıştı. Yapılan müdahalelere karşın akan petrol Alaska'da ciddi çevre sorunlarına neden olmuştu.

Coca-Cola analizinden alkol çıktı ( Oros.. Çocukları )

Tüketiciler Birliği, gazlı içeceklerden sonra Coca-Cola ile ilgili yaptırdığı alkol analizinden de alkol çıktığını açıkladı. İşte basına açıklanan laboratuar raporundaki bilgiler...

Gazlı içeceklerden sonra Coca-Cola alkol analizi ile ilgili bir değerlendirme yapan Tüketiciler Birliği Kayseri şube başkanı Mahmut Şahin; ‘Gazozlardan sonra yaptığımız Coca-Cola alkol analizinde de alkol çıktı’ dedi.

"Alkolsüz içeceklere ilişkin bir hukuki metinde, içecek içeriğinde alkol bulunmasına cevaz veren bu düzenleme dikkatimizi çekmiş ve konu ile ilgili olarak Tüketiciler Birliği tarafından bir çalışma başlatmıştık. Gazozlarda alkol olduğunu tespit etmiş ve elde edilen sonuçları Tüketiciler Birliği olarak 11 Ekim 2006’da 'Gazozlarda alkol var' başlıklı basın açıklaması ile kamuoyuna duyurmuştuk. Bu basın toplantısından sonra tüketicilerden ‘kolalarda da var mı?’ bunu neden açıklamıyorsunuz gibi tepki ve talepler aldık.

Bunun üzerine en popüler olan Coca-Cola’da alkol olup olmadığının araştırılması konusunda Kayseri Tarım İl Müdürlüğü Gıda Kontrol Laboratuarına müracaat ettik.

Çalışma kapsamında piyasada satılan Coca-Cola markalı ürünün, etiketleri üzerinde yapılan incelemelerde, içeriğinde alkol bulunduğuna ilişkin bir bilginin olmadığı tespit edildi.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Kayseri Tarım İl Müdürlüğü Gıda Kontrol Laboratuarına orijinal ambalajı içinde teslim edilen Coca-Cola şişesinde bulunan etil alkol analizi yaptırılmış ve şu sonuca ulaşılmıştır:

Coca-Cola’da 0.075 g/l etil alkol tespit edilmiştir.

‘Gazozlarda Alkol Var’ açıklamamızdan sonra kamuoyunda yapılan tartışmalar sonucu 10 üreticiden sadece 3 tanesi, ‘ürünlerimizde alkol yok, var olan alkol, fermantasyon (mayalanma) sonucunda oluşan alkoldür’ şeklinde görüş belirtmişlerdi. Yapılan açıklamalardan hiçbir bilim adamı ve tüketicinin tatmin olmadığı Tüketiciler Birliği’ne gelen telefon, e-posta ve mektuplardan anlaşılmaktadır. Bu açıklamamızdan sonra birçok bilim adamı ve mühendis ise gazlı ve kolalı ürünlerde bulunan Etil Alkolün fermantasyon sonucu oluşmadığı; tiryaki tüketici oluşturmak, dolum sırasında akışkanlığı hızlandırmak ve aroma çözücü olarak kullanıldığını ifade ve ispat etmişlerdi. Üç temel nedenin yanında etil alkol dışındaki çözücülerin daha pahalı olması nedeniyle, üreticilerin etil alkolü tercih ettikleri tespit edilmiştir.

Biz, içeriğinde alkol olduğun etiketinde yazmayan kolaları da içmiyoruz. İçenlere afiyet olsun."



Kaynak : http://www.iyibilgi.com

Kerkük’e 600 bin Kürt yerleştirdiler

Ankara, Kerkük’teki nüfus hareketlerini mercek altına aldı. Devletin çeşitli birimlerine sunulan rapora göre Irak’ın kuzeyinden Kerkük’e 600 bin Kürt getirildi. Raporda dahası da var...

HÜRRİYET, MİT Müsteşarı Emre Taner’in teşkilatın 80. yıldönümü nedeniyle yaptığı açıklamada önemli yer tutan, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da önceki günkü grup toplantısında değindiği Kerkük’teki gelişmelerle ilgili devletin ilgili birimlerine sunulan rapor ile kente getirilen Kürtlerin yerleşim çalışmalarından ilk görüntülere ulaştı.

Kerkük’te Kürtlerin yerleşim faaliyetleriyle ilgili detaylı bilgilerin yer aldığı çalışmada, Türkiye’nin hassasiyeti açısından öne çıkan bilgiler şöyle:

Para vaat ettiler

Irak’ın kuzeyinden 227 bin Kürt (aileleriyle birlikte 600 bin) Kerkük’e getirilerek yerleştirildi ve seçmen kayıtları yapıldı. Bölge halkı arasında, Kürtlere Kerkük’e gitmeleri halinde ileride yüksek miktarda para alacakları vaadinde bulunulduğu iddiaları var. Bu iddialar, kimi zaman aile başına 10 ile 20 bin dolar arasında değişiyor.

İkamet belgeleri yok

Kerkük’e yerleştirilen Kürtlerin, çok önemli bir boyutu, Saddam Hüseyin döneminde kentten uzaklaştırılmış insanlar değiller. Çünkü seçmen kaydedilen Kürtler, Saddam döneminde üzerlerinde açık adresleri yazılan petrol karşılığı gıda karnesi, nüfus cüzdanı ve mahalle muhtarlıklarından alınmış ikamet belgelerine sahip değiller.

Kürtler ağırlıklı olarak, Kerkük’ü Süleymaniye ve Erbil’e bağlayan Kuzey güzergahındaki yollar üzerinde bulunan Rahimova, İskan ve Şorca mahallelerinde yapılmış veya yapımı başlayan konutlara yerleştiriliyor.

Kuzey Irak’taki varoşlardan getirilen Kürt aileler, Kerkük Stadyumu içine veya stadyum kenarına kurulan çadırlarda barındırılıyor. Para vaadiyle getirilenlerin önemli bir kesimi bu çadırlarda kalıyor.

Saddam döneminde Kerkük’teki askeri garnizon içinde bulunan lojmanlara Peşmergeler aileleriyle birlikte yerleştirildi.

Kerkük’te okul, nüfus ve tapu müdürlüklerinin büyük çoğunluğu da Kürtlerin eline geçti.

Saddam döneminin Irak’ı ve BM kaynaklarına göre, Saddam Hüseyin döneminde Kerkük’ten göçe zorlanan Türkmen, Kürt, Arap ve Süryani’nin toplam sayısı ise 11 bin 800 civarında. Kürt seçmen ve aile yakınları dikkate alındığında, Saddam’ın devrilmesinden sonra Kerkük’e 600 binden fazla Kürt gelmiş durumda.

MİT'in basın açıklaması

Hürriyet

Enerjide sinsi oyun: İpler İsrail'in eline geçiyor! ( sktğmin salak yahudileri )

Enerjide yapılan sinsi planlar sonucu Arap ülkelerinin bütün tabii zenginlikleri, petrolleri boru hatlarıyla İsrail'e akacak! Peki boru hatlarının bir ağ gibi sardığı Türkiye bu planın taşeronu mu?

İslâm ülkelerinin tabii zenginlikleri boru hattı ile yeni Roterdam da denilen İsrail'in Hayfa Limanı'na aktarılıyor. Sıra Rusya ve Hazar'da

Maden Tetkik Arama eski daire başkanlarından jeoloji ve petrol yüksek mühendisi Tufan Erdoğan, Büyük Ortadoğu Projesi'nin birinci perdede Ortadoğu petrollerinin denetimi sağlandıktan sonra sıranın Rus ve Hazar petrollerinin denetimine geleceğini söyledi. Erdoğan, "Ceyhan'a BTC ve SCP petrol boru hatları ile taşınacak petrolün, Ceyhan'da hiç vakit geçirmeden CAP boru hattı ile İsrail'e gitmesi için anlaşmalar yapan yetkililerin, kendi ayağımıza nasıl kurşun sıktıklarının farkındalar mı?" diye sordu.

Suud petrolü de İsrail'e

Suudi petrollerini Akdeniz'e taşımak için, 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD ordusunun desteği ile yapılan Trans-Arabistan (TAP) petrol boru hattı da hayata geçiriliyor. Bir ucu Lübnan'a, bir ucu da İsrail'in işgali altındaki Golan Tepeleri'nden Hayfa'ya giden bu hat, günde 2 milyon varil Suudi petrolünü İsrail'in Hayfa limanına taşıyacak. Günlük kapasitesi 1 milyon varil olan Rumeyla-Hayfa boru hattının eklenmesi ile Hayfa'ya günde toplam 3 milyon varil Güney Irak ve Suudi petrolü taşınması hedefleniyor.


Maden Tetkik Arama (MTA) eski daire başkanlarından jeoloji ve petrol yüksek mühendisi Tufan Erdoğan, 55 yıldır çalışır durumda olmayan Kerkük-Hayfa ve Musul-Hayfa petrol boru hatlarının onarımı ile İsrail'in Hayfa Limanı'na günde 5 milyon varil petrol taşınacağını belirterek, "Irak'ta petrol üretiminin günlük en fazla 3 milyon varil olması planlandığı şu sıralarda, sadece Kuzey Irak'ta bu kadar yüksek kapasiteli hatların yapılması, gelecek 20 yılda hiçbir şeyin şansa bırakılmadığını gösteriyor." diye konuştu.

Erdoğan, hatların devreye girmesi ile günlük kapasitesi 1 milyon varil olan Kerkük-Yumurtalık hattına da gerek kalmayacağını söyleyerek, "İşte bu da Türkiye'nin kalesine atılan ilk goldür' ifadelerini kullanıyor.

Suudi petrolleri de İsrail'e taşınacak

Erdoğan, BOP kapsamında Suudi Arabistan petrollerinin de unutulmadığına dikkat çekerek, " İkinci Dünya Paylaşım Savaşı sonlarında, Suudi petrollerini Akdeniz'e taşımak için, ABD ordusunun inanılmaz desteği ile yapılan Trans-Arabistan (TAP) petrol boru hattı, uzun süredir kapalı. Bir ucu Lübnan'a, bir ucu da İsrail'in işgali altındaki Golan Tepeleri'nden Hayfa'ya giden bu hattın onarılarak yeniden hayata geçirilmesi çalışmalarına başlandı bile. Bu hat, günde 2 milyon varil Suudi petrolünü İsrail'in Hayfa limanına taşıyacak" şeklinde konuştu.

Erdoğan, söz konusu hatta günlük kapasitesi 1 milyon varil olan Rumeyla-Hayfa boru hattının eklenmesi ile Hayfa'ya günde toplam 3 milyon varil Güney Irak ve Suudi petrolü taşınacağını kaydederek, "Bu sıralarda İsrail kaynaklı haritalarda, Hayfa'nın adının altına "Yeni Rotterdam" yazılması boşuna değil" diye konuştu.

BOP'un ikinci perdesi BTC de açıldı

Petrol mühendisi Tufan Erdoğan, birinci perdede Ortadoğu petrollerinin denetimi sağlandıktan sonra sıranın Rus ve Hazar petrollerinin denetimine
geleceğini ifade ederek, şöyle devam etti: "Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattı'nın dayandığı Azerbeycan'daki uluslararası AIOC konsorsiyumunun Azeri-Çıralı-Güneşli sahalarının üretimi günlük 360 bin varili buldu. Bunun günde 100 bin varillik bölümü Azpetrol'ün Sangaçal terminalinden demiryolu
ile Gürcistan'ın Karadeniz'deki Batum limanına gönderiliyor. Günlük 146 bin varili Bakü-Supsa petrol boru hattına veriliyor. 82 bin varillik bir kısmı da, her gün Bakü-Novorosissysk petrol boru hattı ile yine Karadeniz'e çıkıyor. Kalıyor geriye günlük 32 bin varil. Günlük kapasitesi 1 milyon varil olan Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattına giren işte bu 32 bin varil! Bu nedenledir ki aylardır doldurulan hattaki petrol daha yeni sınırımıza ulaşabildi ve en az 2-3 ay daha dolacak ki Ceyhan'a varabilsin. Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattına Kazakistan'ın daha uzun yıllar verebileceği ciddi boyutlarda petrol yok. Hazar Denizi'nde yeni bulunan sahalarının gelişmesi durumunda bile buranın petrolü, Çin H.C.nin yapmaya soyunduğu iki adet 3.000'er kilometrelik boru hatları sayesinde batıya değil, doğuya taşınacak. Kazakistan'ın şu anda mevcut ve yapmakta olduğu boru hatlarının toplam kapasitesi, Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) hattına çok uzun bir zaman petrol verilebilmesinin boş bir hayal olduğunu ortaya koyuyor.

Bütün bunlar ortada iken, başta BP olmak üzere tüm konsorsiyum şirketlerinin son ana dek "geri zekâlılık" olarak adlandırdıkları bu BTC hattı neden yapıldı? Daha da önemlisi, ABD neden bu projeyi ciddi şekilde destekleyip, konsorsiyum şirketlerine hattın yapılması için baskı yaptı? Tabii ki bu hattın bir şekilde dolması için bir planı vardı ve bu plan Büyük Ortadoğu Projesi'nin ikinci perdesini oluşturuyordu."

Hazar ve Rus petrolleri İsrail'e

Erdoğan, "Türk-İsrail Enerji Çalışma Grubu" ilk toplantısını 9-10 Ekim 2005 tarihlerinde Ankara'da yapıldığını hatırlatarak, "İşbirliğinin ilk yazılı
belgesi de Enerji Bakanlığı müsteşar yardımcımız ve İsrail Enerji Bakanlığı müsteşarı tarafından imzalandı. İşbirliği çerçevesi 11 Ekim 2005 tarihinde
Enerji Bakanımız ile İsrail Enerji ve Altyapı Bakanı tarafından düzenlenen basın toplantısında açıklandı. Buna göre, Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattından Akdeniz'e akacak petrol, İsrail'in güneyindeki Aşkelon limanına ya tankerlerle, ya da kıyı boyunca denizde yapılacak bir boru hattı ile, yani Ceyhan-Aşkelon (CAP) petrol boru hattı ile taşınacaktı. Rusya uzun süredir BTC petrol boru hattına karşı çıkmıyor. Hatta Putin'in açıklamalarına göre BTC'de işbirliği bile öneriyor. Zaten Putin'in 28-29 Nisan 2005, Başbakanımızın da 1-2 Mayıs 2005 tarihlerindeki İsrail temaslarında bu konu görüşülmüştü. Aynı konu Erdoğan ve Putin'in 17-18 Temmuz 2005'te Soçi'deki görüşmelerinde de gündeme gelmişti. Daha sonra Enerji Bakanımızın İsrail seyahati ile de iyice pekiştirilmişti. Rusya, dolması mümkün görülmeyen Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattını kendi petrolü ile dolduracak. 11 Ekim 2005'te bizim bakan ile İsrailli bakanın yaptıkları ortak basın toplantısının bir diğer konusu da, Rus petrollerinin ve Rusya'dan geçen Kazak petrollerinin bir kısmının Samsun-Ceyhan arasında yapılacak ve günlük kapasitesi 2 milyon varil olacak bir boru hattına (SCP) verilmesindeki görüş birliği idi.

Artık böylece, gerek Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) ve gerekse Samsun-Ceyhan (SCP) petrol boru hatlarından gelecek Hazar ve Rus petrolleri, Ceyhan-Aşkelon (CAP) petrol boru hattı yolu ile İsrail'e gidebilecekti. Dakika: 2, Türkiye kalesine gol: 2." değerlendirmesinde bulundu.


Türkiye taşeronluk mu yapıyor?

Erdoğan, "Medyada Ceyhan'ın bir Rotterdam olacağını hiç sıkılmadan söyleyebilen, ama buna karşın Ceyhan'a BTC ve SCP petrol boru hatları ile taşınacak petrolün, Ceyhan'da hiç vakit geçirmeden CAP boru hattı ile İsrail'e gitmesi için anlaşmalar yapan yetkililerin, kendi ayağımıza nasıl kurşun sıktıklarının farkındalar mı?" sorusunu yönelterek, "Tabii ki farkındalar! İsrail ve ABD tarafından daha 1940'lı yıllarda planlanıp, günümüzde sahneye konan Büyük Orta Doğu Projesi'ne "biz de dâhiliz" diye sık sık açıklama yaptıklarına göre, son derece bilinçli olarak, yani taammüden, işin içindeler. Daha önce, ABD neden Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattının yapımı için onca ter döktü, diye sormuştuk. Ayrıntıya gerek kaldı mı? ABD'nin, dolayısı ile İsrail'in bu işten çıkarı ortada.

Pekiyi, Rusya'nın Bakü-Tiflis-Ceyhan'ı (BTC) doldurup, Samsun-Ceyhan'ı (SCP) desteklemekte ve bunlardan geçecek petrolünü Ceyhan-Apşeron hattı (CAP) ile İsrail'e göndermekte ne çıkarı olabilir?

Yıllar önce İran tarafından yapılan ve İsrail'in Kızıl Deniz'deki Eylat limanından, Akdeniz'deki Aşkelon limanına İran petrolünü taşıyan Trans-İsrail (TİP) petrol boru hattı, yine uzun süredir kullanım dışı idi. İsrail son iki yıldır bu hattın kapasitesini günlük 3 milyon varile çıkartarak, pompa yönünü terse çevirdi. Yani TİP petrol boru hattı artık, İsrail'in Akdeniz limanı Aşkelon'dan Kızıl Deniz limanı Eylat'a, Ceyhan-Aşkelon (CAP) petrol boru hattı ile gelecek Hazar ve Rus petrollerini taşımaya hazır. Bu yolla da bakalım bir taşla kaç BOP kuşu
vurulmuş olacak?" görüşünü dile getirdi.

Bütün hatlar İsrail'in denetimine geçiyor

Erdoğan, Samsun-Ceyhan (SCP) ve Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) hatlarından geçerek, Ceyhan-Aşkelon (CAP) ve Aşkelon-Eylat (TİP) hatları sayesinde Kızıl Deniz'e açılmanın Rus petrolleri için artık mümkün olduğunu söyledi. Erdoğan, "Ruslar memnun. İsrail-ABD çok daha memnun. İlk kez doğu denizlerinde Ortadoğu petrollerine çok güçlü bir rakip doğuyor. Günde 3 milyon varil petrolün bu pazara girmesi, Arap ülkelerinin tekellerindeki bu pazarı allak-bullak edecek. Artık Ortadoğu ülkeleri, Japonya, Çin H.C., Hindistan gibi petrol süngerlerine tek başlarına, istedikleri miktar ve fiyatta petrol satamayacaklar. Bu sularda artık Rus petrolleri büyük rakipleri oluyor. Tabii ki İsrail'in denetiminde! Hem de ne müthiş bir denetim! İsrail, Aşkelon-Hayfa arasında çok önceden tamamladığı ve günlük kapasitesi en az 1 milyon varil olan Aşkelon-Hayfa (AHP) petrol boru hattını kullanarak, Kızıl Deniz'e açılmasına izin verdiği Rus petrollerinin miktarını da çok rahat denetleyebilecek. Böylece Hazar ve Rus petrolleri de büyük ölçüde İsrail ve ABD'nin denetimine geçmiş, insafına bırakılmış
oluyor" dedi.

Türkiye, BOP'un şakşakçısı oldu

Erdoğan, Musul-Hayfa ve Kerkük-Hayfa petrol boru hatları ile Kerkük-Yumurtalık hattını ve bunun gelirini kaybedecek olan, Ceyhan-Aşkelon petrol boru hattı ile Samsun-Ceyhan ve Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hatlarının Ceyhan limanını batıya açılan petrol penceresi yapmaları imkanından, yani bir sürü paradan olacak Türkiye'nin, Büyük Ortadoğu Projesi'nin destekçisi, şakşakçısı olmanın altından kalkamayacağını söyledi. Samsun-Ceyhan ve Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hatlarının, boğazlardaki tehlikeli tanker trafiğine çare oluşturacağı yönünde yapılan açıklamalara da tepki göstererek, "Boğazlar'dan geçen petrollerin batıya, Samsun-Ceyhan ya da BTC'den geçenlerin ise doğuya gideceği gerçeğini aslında bizim BOP'çular çok iyi bilirler, ama buna rağmen bu dezenformasyon kampanyasını da yürütmeyi sürdürürler. Tüm bu boru hatları sadece petrol taşımıyorlar. Geldikleri, geçtikleri ülkelere, gerisin geriye ABD-İsrail politikaları pompalıyorlar. Bu boru hatları, bu yolla pompalanan siyasal iktidarlarla imzalanan "BTC Ev Sahibi Antlaşması" gibi antlaşmalarla çok açık ortaya konduğu gibi, sadece petrol taşımak amacıyla yapılmıyor. Bunlar ülkemiz ve ülkemiz gibi konumunu kavrayamamış, politikalarını oluşturamamış ülkelerde bağımsız birer devlet oluşturuyorlar. Coğrafyaları ve ulusların kaderini değiştiriyorlar." şeklinde konuştu.

Neler oluyor?

55 yıldır çalışır durumda olmayan Kerkük-Hayfa ve Musul-Hayfa petrol boru hatlarının onarımı ile İsrail'in Hayfa Limanı'na günde 5 milyon varil petrol taşınacak. Suudi petrollerini Akdeniz'e taşımak için, 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD ordusunun desteği ile yapılan Trans-Arabistan (TAP) petrol boru hattı hayata geçiriliyor. Bir ucu Lübnan'a, bir ucu da İsrail'in işgali altındaki Golan Tepeleri'nden Hayfa'ya giden bu hat, günde 2 milyon varil Suudi petrolünü İsrail'in Hayfa limanına taşıyacak. Günlük kapasitesi 1 milyon varil olan Rumeyla-Hayfa boru hattının eklenmesi ile Hayfa'ya günde toplam 3 milyon varil Güney Irak ve Suudi petrolü taşınması hedefleniyor.

Milli Gazete



Kanaatimce Yahudilerin Sonu yaklaşıyor ! Yaşasın İnsanlık !

Rize'yi misyonerler bastı!


Karadeniz'de petrol kokusu, Karadeniz halkı üzerine oynanan oyunları arttırdı. Trabzon ve Bolu'dan sonra Rize'de hedefte. İşte ABD'li misyonerlerin son vukuatları....

Petrol kokusu alınan Karadeniz bölgesi'nde oyunlar sürüyor. Trabzon ve Bolu'dan sonra Rize'den gelen haberler de bu oyunları doğruluyor. Son yıllarda faaliyetlerinde hız veren misyonerlerin eli Rize'ye kadar ulaştı. Üstelik bu faaliyetler devletin resmi kayıtlarına geçti.

Jandarma ve Emniyet Birimlerinin hazırladığı rapora göre bu faaliyetler Amerikalılar tarafından yapılıyor. Bölgeye İngilizce eğitim bahanesiyle gelen Amerikalılar, Türktime sitesini haberine göre sponsorluğunu Hürriyet ve Kanal D'nin yaptığı Eğitim Gönüllüleri Vakfı'nda konuşlanıyor.

Jandarma Komutanlığı raporunda Amerikalı İngilizce eğitmenlerinin Eğitim Gönüllüleri Vakfı Pazar şubesinde vakıf genel merkezinin bilgileri doğrultusunda 6 gün sürecek İngilizce eğitimine başlıyor. Hiç bir yetkilinin 6 günde nasıl İngilizce eğitimi verebileceklerini sorgulamadığı Amerikalılar, sadece 10 öğrenci seçerek derse başlıyor. Kendilerini yardım gönüllüsü olarak öğrencilere tanıtan üç Amerkalı, "innovativehs.net" isimli internet adreslerini ve mail bilgilerini öğrencilere dağıtıyor. Öğrencilerin de iletişim bilgilerini almayaı ihmal etmeyen misyonerler, tercüman vasıtasıyla öğrencilere şu cümleyi sarf ediyor: "İngilizce öğrenmenin bir şartı da İngilizce konuşulan ülkelerin kültürlerinin bilmektir. " Bu cümlenin ardından konuya yavaş yavaş giren kursiyerler öğrencilere Tükçe İncil ile İsa Mesih'in Yaşamı, Yaradılıştan Sonsuzluğa ve Bir İbadet Toplantısı isimli CD'leri veriyor!




Kaynak : www.iyibilgi.com

Misyonerlik faaliyetleriyle islama zarar veremeyeceklerini ve fazla etkili olamayacaklarını onlarda biliyorlar kanaatimce . Salaklık onlarda ya yaptıkları aptallıklara dayanak olmak için ( O küçük beyinlerinde geçici duyular için ) bu tür ajan muhabbetlerini cok iyi bilirler. Ama gerçekleri görmezler... İslam Üstündür. Osmanlı Medeniyeti Üstündür !

İstihbaratçıların yeni çalışma alanı: "Kur'an"

Son günlerde Amerika'dan "Feminist Kuran meali yazıldı, İslamsız Kuran meali yayınlandı" gibi haberleri yoğun olarak almaya başladık. Son gelen haber ise istihbarat servislerinin harıl harıl "Kuran tefsiri" yazmakta olduğu. Peki bu haberler ne anlama geliyor?

Bir süredir Amerika başta olmak üzere Batı'dan yeni Kuran meal ve tefsirlerin yazıldığı haberleri geliyor. Bu tefsirler ve mealler oldukça tepki çekecek tarzda kaleme alınıyor. Kimi tefsirlerde Feminist ideolojiyi desteklemek adına Kuran olduğundan farklı aksettiriliyor. İran asıllı ABD'li yazar Lale Bahtiyar'in mealinde, 'İslam', 'din', ' Müslüman' kelimeleri geçmiyor.

20 ülkenin istihbaratı toplandı

Dünya Bülteni'nin ortaya çıkardığı diğer bir gelişme ise 20 ülkenin istihbarat biriminin ABD’nin florida eyaletinde 4-7 Mart tarihleri arasında düzenledikleri ‘Seküler İslam Zirvesi’nde modern bir tefsir yazmak için bir araya geldiği... Amerika’da düzenlenen toplantıya 20 ülkenin istihbarat uzmanları iştirak etti. Zirve, ABD’nin Florida eyaletinin St. Petersburg kentinde 4–7 Mart tarihleri arasında gerçekleşti. Toplantı iki bölüm halinde düzenlendi: Biri 4–5 Mart tarihleri arasında entelektüeller arasında yapılan bir toplandı idi. Diğeri ise yine aynı yerde 5–7 Mart tarihleri arasında 20 ülkenin istihbaratı arasında yapılan toplantıydı. Her iki toplantı da “Secular Islam Summit / Seküler İslam Zirvesi” adı altında gerçekleşti. Araştırma merkezleri, araştırmacılar ve uzmanlar bu toplantıya çalışmaları ve araştırmaları ile büyük destek vermek için canhıraş uğraştılar.

Neyi hedefiyorlar?

Peki Kuran üzerinde yapılan bu tahrif çalışmaları neyi hedefliyor? İyibilgi'ye konuşan gazeteci yazar Turan Kışlakçı şunları söylüyor: "Bu plan içinde bir plan aslında. Önce İslamiyet'i radikal bir terör ideolojisi olarak sunan Amerika ve yandaşları, şimdi de kendilerince bu terörü önlemek için Kuran'ı değiştirmeye kalkıyor. Hedefleri İslam dünyası içinde yeni bir kültürel savaş başlatmak.

BOP'un kutsal kitabı

Daha önce yaptıkları işgaller, piyasaya sürdükleri yarısı ayetlerden yarısı kendi propagandalarından müteşekkil "Gerçek Furkan" uydurmacası hiç bir şekilde İslam dünyasınca benimsenmedi. Yeni bir taktikle Büyük Ortadoğu Projesi'ne kutsal kitap hazırlıyorlar. Ilımlı İslam'ın ılımlı Kuran'ı olsun istiyorlar. Bazı yayınevleri ve gazeteler -ki bunların başında 'El Hayat' gazetesi geliyor- bu propaganda için kullanılıyor. Tabi paravan din adamları da var bu projenin içinde. "

Bu din adamlarının kimler olduğu konusunda iyibilgi'ye bilgi veren Kışlakçı şunları beyan ediyor: "İslam dünyasından bu çalışmalara destek veren isimler Batı tarafından özellikle seçilmiş gibi görünüyor. Çünkü bu isimler İsrail’in Filistin’e işgaline sessiz kalan, destek olan ve kendi kültürleri ile savaş içine girmiş kişiler." Peki, Kuran gerçekten tahrif edilebilir mi? Kur'an'da Allah'ın Kur'an'ı koruma altına aldığı ve kıyamete kadar koruyacağı yazılı. Şu ana kadar Kur'an üzerinde gerçekleştirilen tüm değiştirme çalışmaları başarısız oldu.

İşte paravan din adamları

İstihbarat ekiplerinin Kuran toplantılarına katılan isimler ise Ayaan Hirsi Ali, Magdi Allam, Mithal Al-Alusi, Shaker Al-Nabulsi, Nonie Darwish, Afshin Ellian, Tawfik Hamid, Shahriar Kabir, Hasan Mahmud, Wafa Sultan, Amir Taheri, Ibn Warraq, Manda Zand Ervin, Banafsheh Zand-Bonazzi. Zirveye iştirak eden kişilerin ülkeleri ise şunlar: Mısır, Suudi Arabistan, İran, Irak, Ürdün, Pakistan, Bangladeş.

Kaynak : www.iyibilgi.com



Not : Konusunda uzman kişilerin farklı bakış açıları ile kur'anı yorumlayabileceğini ve farklı kazanımlar olacağına inanıyorum. Ama dış mihrakların maksatlı ve islama saldırı amaçlı yapılan yanlışlar tabii ki farklı değerlendirilmelidir. Aptal amerikalılar ve Aptal ingiliz emperyalizmi !

"Zenginler Türkiye’nin bölünmesini istiyor”

Prof. Dr. Yalçın Küçük'e göre zenginlere Türkiye büyük geliyor! Küçük "Türkiye'nin büyük zenginleri bugünkü Türkiye'yi fazla aydınlık buluyor. Daha karanlık bir Türkiye istiyorlar" diye konuştu.

Prof. Dr. Yalçın Küçük katıldığı televizyon programında Türkiye'nin zenginlerinin Türkiye'yi büyük olarak düşündüklerini ve ülkenin küçülmesini istediğini iddia etti.

Prof. Küçük; "Türkiye'nin büyük zenginleri bugünkü Türkiye'yi fazla aydınlık buluyor. Daha karanlık bir Türkiye istiyorlar" diye konuştu.

Yalçın Küçük; "Biz kendi Kürtlerimize sahip çıkmazsak ABD sahip çıkar, İsrail sahip çıkar" şeklinde konuştu.

Prof. Dr. Yalçın Küçük Demokratik Toplum Partisi (DTP) Diyarbakır İl Başkanı Hilmi Aydoğdu'nun tutuklanmasına da değinerek; "Bu önemli bir şey değil. Yakında serbest bırakılacaktır. Devlet bu işi ciddiye almadı" dedi.

Yalçın Küçük ayrıca katıldığı programda solcular için "ahmak" ifadesini kullandı. Küçük, bu ifadeyi solcuların ABD ve Türkiye konusunda yanlış analizler yaptıklarını iddia ederek söyledi.

Yalçın Küçük ayrıca Ertuğrul Özkök'ün 'Türk ırkı var mıdır?' yazısına atıfta bulunarak; "O zaman senin gazetende yazan 'Türkiye Türklerindir' ifadesi neden yazıyor?" diye sordu.

Haber3


Kaynak : iyibilgi.com

Dengelerin Görülmesi ve farkına varılması açısından yazıyı yayınlıyorum . Sanayicilerimize yeni hedefler göstermemiz ve osmanlı coğrafyasına yönelmelerini sağlamamız lazım . Oyunun kurallarını bizim koymamız ve yazıda adı geçen ertuğrul özkök ve onun gibi nice siyonist masonları ezmemiz gerekiyor.

Related Posts with Thumbnails

Bu yazıya Not Ver !


Get your own Chat Box! Go Large!

Nickinizi Değiştirmek için Kendi Nickinize Tıklayın !!!

Film izle komedi komik