YUNANİSTAN VE KIBRIS ( Neden Yapmamız gerekenleri yapmıyoruz? )
Yunanistan, Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazandıktan sonra Türk dışişlerinin sürekli sorun yaşadığı bir ülkedir. Bağımsızlığını elde ettiği 1830’dan sonra, Yunanistan sürekli Türkiye’ye yönelik ‘İrredentist’ bir politika izlemiştir.
Yunanistan 170 yıllık devlet hayatında, Türkiye’den toprak kopartarak büyümekle kalmamış, bu topraklarda yaşayan Türkleri dramatik bir şekilde Anadolu’ya göçe zorlamıştır. Bu Yunan Politikası, 1919-1922 döneminde Yunanistan’ın Anadolu’yu işgale kalkmasıyla doruğa ulaşmıştır. (86)
Yunanistan’la yaşanan acı dolu olaylar, sadece Türk diplomasi tarihinde değil, Türk halkının hafızasında da derin izler bırakmıştır. Yunanistan’ın Türkiye aleyhine son toprak kazanımı, 1947 Paris Antlaşması ile Oniki Adaları alarak olmuştur.
Kurtuluş Savaşı’nı müteakip Ankara’da Cumhuriyetin ilanından sonra iki devletin yakınlaştığı zamanlar da olmuştur. 1934’te Balkan Paktı’nı kurmuş, 1950-55 NATO üyelikleri döneminde aralarındaki önemli sorunları bir süre için bir kenara bırakabilmişlerdir. (87)
İstanbul’da 1955 Eylülünde Kıbrıs’ın durumunun müzakere edildiği Londra Konferansı esnasında yaşanan 6-7 Eylül olayları ve Kıbrıs sorunu, Türk dış politikasının son elli yılının en önemli konusu olarak gündemdeki yerini almıştır. Bu olayı müteakip, Kurtuluş Savaşımızdan bu yana, iki ülke arasında onarımı neredeyse imkânsız hale gelen bir güvensizlik ortamı yaratılmıştır. (88)
Aslında Türkiye ile Yunanistan arasında sorun teşkil eden başlıca üç konu vardır:
Batı Trakya, Ege ve Kıbrıs...
Bu sorunlar 1990 öncesi iki kutuplu sistemde daha çok Hükümetlerarası dış politika sorunu iken, 1974’ten başlamak üzere günümüzde bölgesel bir ihtilaf, uluslararası arenaya taşınan bir konu ve Yunan politikacıların iç siyasette kullandıkları en önemli enstrüman haline gelmiştir. Buna mukabil Türk kamuoyu, bu konuda oldukça sakin ve telâşsız davranmaktadır. (89)
Her iki kamuoyunun eşit tehdit algılaması düzeyine gelmesi ise sorunların ‘savaş’ yoluyla çözümüne gidebilecek gibi ele alınması sonucunu doğurmaktadır.
Yunanistan 25 Mayıs 1979’da AET’ye tam üye olmasıyla birlikte, bütün bu sorunları Avrupa Birliği’ne taşımıştır. Yunan diplomasisi Türkiye ile olan sorunlarını, Avrupa Birliği-Türkiye sorunu şekline dönüştürmek için çok yoğun bir gayret sarf etmiş, bu amacında kısmen de olsa başarılı olmuştur.
Kıbrıs Sorunu, II. Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu'da etkisini yitiren garantör devlet sıfatıyla İngiltere’nin Ada’nın statüsünü Türkiye ve Yunanistan’la birlikte imzaladığı garanti anlaşmasıyla, bir çatışma alanı olarak belirsizliğe terk etmesiyle başlamıştır. Türkiye sadece adadaki Türklerin can güvenliğini sağlama endişesi güderken, Yunanistan Hükümeti ise ‘ENOSİS’ politikasını benimsemiştir.
Yunan Hükümetleri benimsedikleri ‘Enosis’ planını uygulamaya koymuş, adadaki Türkleri silahlı tedhiş yoluyla adadan kaçırarak, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakına çalışmışlardır.
Yunanistan’ın bu tutumu, 1960-1970 yılları arasında, Türkiye’yi birkaç kez adaya müdahale konumuna sokmuştur. 15 Temmuz 1974’te düzenlediği darbeyle Makarios’u deviren Nikos Sampson’un amacı Yunanistan’ın hedeflediği ‘ENOSİS’i ilân etmekti.
Türkiye, adada yaşayan Türklerin can güvenliğini sağlamak üzere, Garantör Devlet sıfatıyla, 20 Temmuz 1974 günü adaya müdahale etti. İki aşamada yapılan Kıbrıs Barış Harekâtıyla, adada yaşayan Türk toplumu güvence altına alındı.
Yunanistan’la yaşanan Ege sorunu ise Kıta Sahanlığı, Karasuları ve Hava Sahası gibi konulardan oluşmaktadır. Yunanistan bu konularda öne sürdüğü taleplerle Ege Denizi’nin tamamını bir Yunan Denizi haline dönüştürmek istemektedir. Türkiye ise uluslararası sularda ve Ege Denizi üzerindeki kıta sahanlığı ve karasuları haklarını muhafaza etmek istemektedir.
Yunanistan, Batı Trakya’da yaşayan Türk azınlığa karşı ağır bir asimilasyon politikası izlemektedir. Batı Trakya Türklerinin yurttaşlık, mülk edinme, seyahat, haberleşme, seçme-seçilme, öğrenim ve ticaret yapma gibi en temel insanî haklarına kısıtlama getirmiştir.
Türk-Yunan ilişkilerinde 1950’lerden sonra neredeyse her 10 yılda bir savaşın eşiğinden dönülmüştür. 1974’ten sonra 1987’de Ege’de kıta sahanlığı konusunda iki ülke ‘Kıta Sahanlığı’ konusunda neredeyse savaşın eşiğine gelmiştir.
3 Temmuz 1990’da Kıbrıs Rum kesimi o tarihte Avrupa Topluluğu olan AB’ye tam üyelik başvurusunda bulundu. Bu gelişme, Türkiye tarafından tepkiyle karşılandı. Çünkü, Kıbrıs’ın kısmen veya tamamen her hangi bir siyasi veya iktisadî birliğe katılmamayı taahhüt etmesi, Garanti Antlaşması ile garanti altına alınmıştır.
Avrupa Topluluğu 1994 yılında Korfu zirvesinde Kıbrıs Rum yönetimini değerlendirerek, Kıbrıs’ı genişleme programına aldı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bu duruma tepki vermekte gecikmedi.. Türkiye ile tüm kısıtlayıcı önlemlerin kaldırılarak entegrasyona gidilmesi KKTC Hükümeti tarafından kararlaştırıldı. KKTC yönetimi federasyon fikrini bir kenara koyarak, ilhak olmak anlamı da taşıyan Türkiye ile entegrasyon istemeye başladı.
Türkiye’nin, Avrupa Birliği-Kıbrıs ilişkileri 1995 yılı boyunca gelişti. (90) 6 Mart 1995 tarihinde, Avrupa Birliği ile ‘Gümrük Birliği Antlaşması’ imzalayan Türkiye, ilk kez Kıbrıs Rum yönetimini de muhatap kabul etmiş oldu. Bu süreçte, Kıbrıs konusundaki Türk dış politikasında enteresan bir ikilik yaşanmıştır. Mevcut hükümet, Kıbrıs konusunda AB’ye tavizkâr bir yaklaşım sergilerken, Dışişleri Bakanlığı ve Genelkurmay, Kıbrıs’ta verilecek bir taviz karşılığında, AB ile yapılacak her türlü anlaşmaya karşı çıkmıştır.
Brüksel’de Kıbrıs’ın AB’ye üyeliğinin konuşulmaya başlaması, Türkiye’de sinirleri iyice gerilmesine yolaçtı. Tam bu esnada, 30 Ocak 1996 tarihinde ‘Kardak Krizi’ patladı. İnsan yaşamayan Bodrum açıklarındaki bu kaya parçasını Yunanistan’ın sahiplenmeye kalkması, krizi ateşledi. Türkiye’nin kararlı tutumu ve müdahalesi sonucu Yunanistan geri adım atmak zorunda kaldı. Türkiye, Yunanistan’la bir çatışmanın eşiğinden dönmüş oldu.
‘Kardak Krizi’nde geri adım atmak zorunda kalan Yunanistan, Türkiye’ye olan hasmane politikasını Avrupa Birliğine taşıyarak, birliğin Türkiye ile olan bütün ilişkilerini, veto kartını kullanarak sabote etti. Türkiye’nin kullanacağı Gümrük Birliği fonlarını dondurdu. (91)
Yunanistan bununla da yetinmeyerek Rusya’dan, Türkiye’yi tehdit edecek şekilde, S 300 füzelerini Güney Kıbrıs’a yerleştirmek üzere satın alarak, yeni bir kriz yarattı.
1997 yılı başında Çiller hükümeti, Brüksel’e Türkiye’nin AB’ye tam üyelik takviminin belli olması karşılığında, Kıbrıs’ta taviz mesajları vermeye başladı. (92) Çiller Hükümeti'nin bu eğilimi, 20 Ocak 1997 tarihli Demirel-Denktaş ‘Ortak Deklerasyonu’yla neticesiz kaldı.
Temmuz 1997’de Başbakan Mesut Yılmaz, TBMM’de 55. Hükümet Programını okurken, yeni Hükümetin Kıbrıs politikasını şöyle ifade ediyordu: “Ulusal davamız olan Kıbrıs konusunda, antlaşmalarımızdan kaynaklanan hak ve sorumluluklarımıza sahip çıkarak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni her alanda desteklemeye devam edeceğiz.”
Türk Hükümeti'nin yeni açıklamalarından güven bulan Rauf Denktaş, Temmuz ayındaki New York zirvesinde tekrar federasyon tezi üzerinde müzakerelere başladı.
Türk Hükümeti'nin Yunanistan’a karşı uzattığı zeytin dalı, Yunan politikacılar tarafından sürekli geri çevrildi. 55. Hükümetin girişimleriyle varılan Madrit Mutabakatı imzalanmasından hemen sonra Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis tarafından sulandırılma ve yıpratılma sürecine sokulmuştur. Yine Türk Dışişlerinin önerisi olan ‘Ege’de güven artırıcı önlemler’, ‘Ege sorununun tespit ve dokümanı’ gibi çabalar, Yunan tarafınca reddedilmiştir.
Yunanistan’la Türkiye arasındaki son kriz ise 1999 yılı başlarında çıkmıştır. Suriye’den kaçan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın ülkesinde konaklamasına ve oradan da Kenya’daki Yunan Büyükelçiliği konutunda saklanmasına göz yuman Yunanistan Hükümeti, terör elebaşısının Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesiyle, şoka girerek ağır bir hükümet krizi yaşamıştır.
Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin yeni bir sürece girmesinin başlangıcı ise 17 Ağustos 1999 Adapazarı depremi olmuştur. 17 bin insanımızın yıkıntılar altında can verdiği bu elim olaydan sonra Türkiye ile Yunanistan tekrar bir yakınlaşma sürecine girmiştir. Ancak bana göre bu süreç, iki ülke arasındaki problemleri nihai çözüme kavuşturan bir süreç değil, bir sessizlik ve problemlerin geçici süre rafa kaldırılması anlamına gelen bir rahatlama döneminden başka bir şey değildir. Doğal olarak problemlerin çözülmesi için böyle dönemler ülkeler için bir fırsattır. Atılacak adımları, iç kamuoyunun frenlememesi için bir destek alanıdır. Ancak bu destek alanını bugüne kadar Türk tarafının aradaki problemlerin çözümüne yönelik olarak attığı bütün adımlarına ayak direyen Yunanistan'ın, bu tabloyu Türkiye'den daha iyi değerlendirmesi gereken bir fırsat olarak değerlendirmek, hiç de tarafgir bir yaklaşım olmayacaktır.
Kaynak : http://www.mustafatasar.gen.tr
Esasen Yönetilmiyoruz . Yönetmiyoruz . Bugun kıbrıs sorununu Yunanistanı düşünmeden Balkanları düşünmeden , Nasıl çözebileceğiz. Oysa Balkanlarla ( Sadece Balkanlarla da değil aslında -?-) ilişkilerimizi stratejik atılımları yapsaydık , Zaten cok farklı bakılırdık çok farklı olurdu. Sadece balkanlarla değil Kuzey afrika da bölgeye yakın! Orta doğu zaten farklı ...
Bugün Kıbrısı sadece asker mantığı kırmızı cizgilerle düşünürsek ( En azından satmayız ama-bu güven veriyor- ) ama çok kaba hatlı bir yaklaşım . Daha staratejik atılımları önceden yapmamız gerekiyordu , Sorun zaten Yunanistan sorununa indirgenirdi . AB Yaklaşımıyla da bakılmaması lazım tabi ki. Biz kendi yapmamız gerekenleri bölgemizde tüm dünyada yapmalıyız.
Yaspamıyoruz !
Neden?
ABD istemiyor diye mi ?
Siyonizm mi?
Hahamlar mı?
Onların emrindeki etkin olan kodaman birileri mi??
Nasıl açıklanabilir?
ABD yi bölmemiz lazım gibi :)
Ordaki iyi lerle en azından (Onlar bilirler bizim potansiyelimizi ) işbirliği içinde olsak? ( Çok mu uzak hala? ) Onların temel stratejilerinde Türklerin , Osmanlının ( Ki söylemek yakışmıyor ) boyunduruktan kurtulmaması çok mu elzem. Yoksa biz daha toparlanamadık da onlarla işbirliği yapacak zihin olgunluğunda değiliz ( Yani kaşarlı siyonist kodaman maşaları mı? )