Mevlânâ Celâleddîn Rûmî
Önsöz :
Mûsikî tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Bilim adamları insanların konuşmayı bilmedikleri devirde duygu ve düşüncelerini mûsikî ile anlattıklarını söylüyorlar. Mûsikînin dinden doğduğu düşüncesi de bugün mûsikî tarihçileri, felsefeciler ve sosyologlar tarafından benimsenmektedir. İlkel toplumlarda mûsikî bir ibâdet, insanları Yüce Yaratıcı’ ya ulaştıran bir olgu, hatta Tanrı'nın insanlara bir lûtfu kabul edilirdi.
Totemizm, Şamanizm, Animizm gibi dinlerde mûsikînin önemli rolü vardı. Bu dinlerin etkisindeki toplumlarda müzisyenler aynı zamanda din adamlarıydılar. İslâmiyet’ i kabûlden önce atalarımızın dini olan Şamanizm’de “kam”, “baksı” ya da “şaman” denilen din adamları ellerindeki çalgı ile çalıp söyleyerek dînî mesajlarını iletirlerdi.
İslâmiyet de bu sanatın karşısında olmamıştır. Ancak her olgu gibi mûsikînin de iyi ve doğru yolda; iyi ve doğru duyguları hissettirip, ortaya çıkaracak şekilde kullanılması istenmiştir.
İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.), Kur’an’ın güzel sesle ve bir kaideye bağlı âhenkle okunmasını emretmiştir. Tecvid ve kıraat böylece doğmuştur ki, bu ilimlerin mûsikî ile yakın ilişkileri vardır.
Mûsikî, İslâmiyet’i kabûlden sonra da müslüman Türkler’in yaşamlarının her safhasında önce olduğu gibi yer almaya devam etmiştir. Düğünlerde, bayramlarda, asker uğurlama ve karşılama törenlerinde, her türlü dînî törenlerde, hatta savaşlarda bile mûsikî yer almıştır.
Dînî Türk Mûsikîsi icrâ edildiği mekânlara göre Câmi Mûsikîsi ve Tekke Mûsikîsi başlıkları altında ikiye ayrılabilir. Birbirine yakın bu iki türden Tekke Mûsikîsi’nde insan seslerinin yanı sıra enstrümanlara da yer verilmiştir. Câmi Mûsikîsi’ nde ise enstrüman kullanılmaz. Ezan, kaamet, salâ, salâtü’s-selâm, mi’râciye, mevlîd, tekbîr, temcîd, tesbîh, mahfel sürmesi, münâcaat gibi câmiye ait formlarla; mevlevî âyini, nefes, durak gibi tekkeye ait formlar ve her iki mekânda da ortak kullanılan ilâhi, tevşîh, şugl, na’ t gibi formlar Dînî Türk Mûsikîsi’ ni oluşturur.
Câmi Mûsikîsi eserlerinde görülen zâhidâne, ağır başlı üslûp, Tekke Mûsikîsi eserlerinde yerini tasavvufî bir coşkuya bırakır. Bu coşkulu oluşumda bir çok tarikatta yer alan ve mûsikî eşliğinde yapılan “zikir” in rol oynadığı söylenebilir. Tekke Mûsikîsi formlarından en gelişmiş olanı Mevlevi Âyinleri’ dir. Bu eserler aynı zamanda tüm Türk Mûsikîsi’ nin en geniş, en sanatlı ve en önemli eserleridir.
Mevlevî Âyinleri; Hz.Mevlânâ’ nın ebedî âleme intikâlinden sonra ona ve onun düşüncelerine âşık insanların kurdukları “Mevlevîlik” tarîkatının ürünleridir. Bu yüzden kitabımıza Hz.Mevlânâ ve Mevlevîliği anlatarak başladık. Kitabımız bir Mevlânâ biyografisi yahut bir Mevlevîlik araştırması olmadığından bu bölümlerde genel ve üzerinde ittifak edilen bilgilere yer verdik. Mümkün olduğunca ayrıntılardan uzak durmaya çalıştık.
Mevlevî Âyinleri’nin bestelenmesine sebep olan Semâ’ Töreni’ni anlatırken semâ’ fotoğraflarıyla konunun anlaşılırlığını arttırmaya gayret ettik. Çünkü Mevlevî Âyini form olarak Semâ’ Töreni’nden hareket almakta; her kısmı Semâ’ Töreni’nin bir kısmını mânâ ve biçim yönünden yansıtmaktadır.
Hiç şüphe yok ki, Mevlevî Âyinleri konusu bir değil yüzlerce kitap konusu olabilecek, üzerine ciltlerce eserler yazılabilecek kadar geniştir. Biz burada Mevlevî Âyinleri’nin temel özelliklerini araştırıp ortaya koymaya uğraştık. Bu konuda yazılmış eserlerin tamamına yakınını inceledik. Pek çok bilgiye de Mevlevî Âyinleri’ nin bizzat kendilerini inceleyerek ulaşabildik.
Mevlevî Âyini bestekârlarının doğum - ölüm tarihlerini tespitte hicrî tarih bildiren kaynaklara ve varsa ebced hesabıyla düşürülen tarih dizelerine yönelip, onları titizlikle milâdî tarihe çevirdik. Burada karşımıza çıkan hicrî yılın, milâdî yılın bir değil çoğu kez iki yılına karşılık gelmesi problemini her iki yılı da yazıp; kuvvetle muhtemel olan uzun yılın altını çizmek sûretiyle çözmeyi uygun gördük. Bir örnek vermek gerekirse:
Dellâlzâde İsmâil Efendi hicrî 1212 yılında doğmuştur. Ölümü için Hâfız’ın mezar taşına düşürdüğü tarih mısrâı ise hicrî 1286’ ya karşılık gelir.
“Huld’ü Dellâlzâde’ye dâim mekân ede Hudâ” H.1286
H.1212 yılı milâdi 1797 yılının 26 Haziran’ında başlayıp, 1798 yılının 14 Haziran’ında biter. Dolayısıyla doğumu 1797-1798 yıllarından birisi olup çok az da olsa 1797 olma ihtimali daha fazladır.
Ölümü olan H.1286 yılı ise milâdi 1869 yılının 13 Nisan’ında başlayıp, 1870 yılının 2 Nisan’ında son bulur. Dolayısıyla ölümü 1869- 1870 yılarından birisi olup, büyük ihtimalle 1869 yılıdır. (Kitapta verilen cetvel incelenirse her iki yılın da yazılmış, ihtimâli yüksek olan yılların altının çizilmiş olduğu görülür).
Yine Mevlevî Âyini bestekârlarını listelerken vefât etmiş olanlarla yaşayanları ayrı ayrı sıralamayı uygun gördük Vefât etmiş olanları ölüm tarihlerine, yaşayanları ise doğum tarihlerine göre sıraladık.
Bestelenmiş bütün Mevlevî Âyinleri’ne hakkında ne söyleniyor olursa olsun kitapta yer verdik. Forma uygunluğu, geleneğe uygunluğu konusunda hiçbir ayırıma gitmeyip bunu müzikolog ve icrâcıların yorumlarına bıraktık.
Hz.Mevlana'nın Doğumu ve Ailesi
Hayâtı
Hz.Mevlânâ, 30 Eylül 1207 tarihinde eski Türk kültür merkezlerinden - bugün Afganistan sınırları içinde bulunan - Belh şehrinde doğdu . Asıl adı Muhammed Celâleddin’dir.
Âlimlerle dolu bir ailenin çocuğuydu. Büyükbabası Hüseyin Hatibî, yaşadığı devrin büyük bilginlerindendi. Babası Bahâeddin Veled ise “Sultânü’l Ulemâ - Âlimler Sultânı” diye anılırdı .
Mevlana'nın babası, Sultanü'l-Ulema unvanıyla tanınan ve Harezmşahlar ülkesinin büyük alim ve mutasavvıflarından Bahâeddin Veled'dir. Annesi ise Harezmşahlar sarayına mensup bir ailedendir ve Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mü'mine Hatun'dur. Soyunun baba tarafından Hz. Ebu Bekir'e, anne tarafından ise Hz. Ali'ye dayandığı rivayet edilir.
Sultânü’l Ulemâ, sözünü kimseden sakınmayan dürüst bir insandı. Okuttuğu derslerinde ve vaazlarında doğru bildiği her şeyi hiçbir sınır tanımaksızın söylerdi. Bu sebeple başta Fahreddin Râzî olmak üzere devrin diğer bilginleriyle ve Sultan Harezmşah’la arası açıldı. Bu arada gerçekleşen kanlı moğol istilâsı da onun Belh ile bağlarının kopmasına sebep oldu. 1212-1213 yıllarında ailesi ve yakın dostları ile beraber Belh’ten ayrıldılar. Hz.Mevlânâ bu esnâda 5-6 yaşlarındaydı .
Bahâeddin Veled, Belh’den ayrılırken hacca niyet etmişti. Nişâbur’a uğradıktan sonra bir kervanla Bağdat’a oradan Kûfe yoluyla Mekke’ye vardı. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra Şam’da bir müddet kaldı. Oradan Malatya, Erzincan ve nihayet Sivas, Kayseri, Niğde yoluyla Karaman’a gelip yerleşti .
On yıla yakın bir zaman süren bu yolculuk esnasında Bahâeddin Veled, devrin önemli kültür merkezlerini dolaşmış, buralarda âlimlerle fikir alışverişlerinde bulunmuştur.
Bahâeddin Veled, artık evlenme çağına gelmiş olan oğlu Celâleddin’i (Hz.Mevlânâ’yı
1225 yılında Semerkand’lı Hoca Şerâfeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile evlendirdi. Hz.Mevlânâ’nın ölümünden sonra Mevlevîlik Tarikatı’nı kuran “Sultan Veled” diye tanıdığımız oğlu Bahâeddin’de burada doğmuştur .
Yedi yıldır Karaman’da ikamet etmekte olan babası Bahâeddin Veled’in şöhreti doğruluğu, fazîleti ve sözünün tesiri gittikçe yayılıyordu. Anadolu Selçuklu sultanı Alâeddin Keykûbat, bu şöhretli âlimi dâvet etti. 3 Mayıs 1228 tarihinde Konya’ya gelip yerleştiler. Başta Sultan Alâeddin olmak üzere devrin ileri gelenleri ve halk tarafından büyük ilgi, saygı ve sevgi ile karşılandılar .
Burada vaaz ve dersleri ile etrafını aydınlatan Bahâeddin Veled, 24 Şubat 1231 tarihinde ebedî aleme göçtü. Bu esnâda 24 yaşında olan Hz.Mevlânâ, babasının vasiyeti, dostlarının ve halkın ısrarları ile onun yerine ders okutmaya başladı .
Mevlânâ babasından sonra bir yıl kadar mürşîdsiz kaldı. Seyyid Burhâneddin Muhakkık Tirmîzî Konya’ya gelince onun mânevî terbiyesi altına girdi. Seyyid Burhâneddin, ilmi ve irfânı yüksek bir mürşiddi. Aynı zamanda Sultânü’ l Ulemâ’nın da öğrencisi ve halifesiydi.
Hz.Mevlânâ dokuz yıl onun ilminden, irfânından feyz aldı, pişti, olgunlaştı. Yüksek ilimlerde daha çok derinleşmek için Seyyid Burhâneddin’in izniyle Halep’e ve Şam’a gitti. Yedi yıl süren bu seyahatten sonra Konya’ya dönen Mevlânâ, mürşîdi tarafından takdîr ve taltîf edilip, irşadla görevlendirildi. Babasının ve dedelerinin usûlüne uyarak beş yıl kadar ders okuttu, vaaz etti. Rivâyetlere göre yüzlerce talebesi ve binlerce mürîdi vardı.
1244 yılında Konya’ya gelen Şemseddin Tebrîzî adlı bir zat, onun ilimle dolu dünyasında “aşk” ile yepyeni ufuklar açtı . Bu iki ilâhî âşık, bir müddet yalnızca bir köşeye çekilerek kendilerini tamamen Hakk’a verdiler. Günlerce, gecelerce sohbetlere daldılar. Birbirlerinde kendilerini ve Yüce Allah’ın eşsiz güzelliklerinin tecellîlerini gördüler.
Buluştuklarında Hz.Mevlânâ 38, Hz.Şems 60 yaşlarında idiler.
Artık Mevlânâ bütün zamanını Şems ile sohbete ayırıyordu. Bu ilâhî aşkı idrâk etmekten âciz olanlar, Hz.Mevlânâ’nın Şems’e olan ilgisini kıskanarak, ileri geri konuşmaya başladılar. Bu sözleri duyan Şems üzüldü ve 1246 yılında Konya’yı terk edip Şam’a gitti
Şems gidince Hz.Mevlânâ derin üzüntülere boğuldu. Şems’i tedirgin ederek uzaklaşmasına neden olanlar da Mevlânâ’nın bu hâli karşısında pişmân oldular.Hz.Mevlânâ bir mektup yazarak oğlu Sultan Veled’in de bulunduğu bir kâfileyi Şam’a gönderdi. Şems mektubu okudu ve Hz.Mevlânâ’nın dâvetini geri çevirmeyerek 1247 yılında Konya’ ya döndü. Şems’in dönmesine herkes sevindi. Hz.Mevlânâ artık gülüyor, ziyâfetler veriyor, sema’ meclisleri düzenliyordu. Şems’le sohbet günlere ve gecelere sığmıyordu.Fakat bu huzurlu günler uzun sürmedi.
Dedikodular, çirkin sözler ve iftiralar yeniden başladı.
1247-1248 yılında Şems aniden kayboldu . Onu bir daha ne gören, ne de izini bulan olmadı. Hz.Mevlânâ, Şems’i çok aradı. Ayrılığın büyük acısıyla şiirler söyledi, gözyaşları döktü. İki kere Şam’a gittiyse de izine rastlayamadı. Şems’in bedenî varlığını bulamayan Hz.Mevlânâ, onu mânâ yönünden kendinde buldu ve aramaktan vazgeçti. Bir
şiirinde şöyle der:
Beden bakımından ondan ayrıyım ama, bedensiz ve cansız ikimiz de bir nûruz.
Ey arayan kişi! İster onu gör, ister beni. Ben O’yum, O da ben.
Hz.Mevlânâ, Şems’ten sonra kendisine dost ve halîfe olarak Selâhaddin Zerkûbî’yi seçti. Bu zatla sohbetlerde bulundu. Artık rûhen mânevî bir âlemde yaşadığından mürîdlerinin irşâd ve terbiyesi ile ilgilenmedi. Bunun için en güvendiği ehil dostu Şeyh Selâhaddin’i görevlendirdi .
On yıl kadar sonra Şeyh Selâhaddin’in de ebedî âleme intikâliyle Hz.Mevlânâ sırdaşlığını Çelebi Hüsâmeddin’le sürdürdü. Bu dönemde insanlık tarihinin en büyük mîrâsı arasına girmiş olan Mesnevî’si vücûda geldi .
Hz.Mevlânâ Çelebi Hüsâmeddin’in sohbetiyle ülfet ederken, ansızın yıkıcı bir hummâya yakalandı. Hekimlerin çabaları fayda vermedi. 17 Aralık 1273 Pazar günü o mârifet güneşi gayb âlemine göç buyurdu.
Kırılan Kalp ve Belh'ten Ayrılmak. Günlerini talebelerine ders vererek, halka vaaz ve nasihatler ederek geçiren Bahâeddin Veled, günün birinde hanımını, oğulları Alâeddin Veled ve Muhammed Celaleddin'i yanına alarak üç yüz kadar öğrencisiyle Belh'ten ayrılır.
Bahâeddin Veled'in Belh'ten ayrılması, başlıca iki sebebe bağlanır. Bunlardan birisi, Sultanü'l-Ulema unvanını kullanmamasından rahatsızlık duyanların verdiği huzursuzluk ve sohbetlerinin çevrede büyük etki göstermesiyle öğrencilerinin her geçen gün hızla çoğalmasına duyulan kıskançlıktır.
İkinci sebep ise ilerki zamanlarda Anadolu'ya kadar ulaşacak olan Moğol saldırılarının bölgede tehlike olmaya başlaması, Bahâeddin Veled'in bölgede meydana gelecek siyasal, sosyal... huzursuzlukları sezmesidir. Nitekim Moğolların Harezmşahlar ülkesine girmesinden bir süre önce Belh'ten ayrılması ikinci görüşü daha da güçlendirmektedir. Bahâeddin Veled ve ailesinin Belh'ten ayrılmasından kısa bir süre sonra şehri işgal eden Moğol ordusu Belh'i yağmalamış, yakıp yıkmış, taş taş üstünde bırakmamıştır.
Anadolu Yollarında
Hac farizasını yerine getiren Bahâeddin Veled, ailesi ve müridleriyle beraber zamanın ihtişamlı ülkesi olan Anadolu Selçuklu Devleti topraklarına ulaşmak için "Diyar-ı Rum" a doğru yola çıkar. Kudüs'te Mescid-i Aksa'yı ziyaret ettikten sonra Şam'a geçen kervan, bir müddet burada kalır. Bahâeddin Veled, burada Muhyiddin Arabî ile tanışır ve uzun sohbetler ederler.
Halep ve Malatya'ya uğrayarak yoluna devam eden kervan, Mengücükoğulları'nın başşehri Erzincan yakınlarında bir süre konaklar. Buradan da ayrılan kervan Sivas, Kayseri ve Niğde'ye uğrayarak Lârende'ya (Karaman) ulaşır. Lârende valisi Emir Musa Bey ve şehrin ileri gelenleri Bahâeddin Veled ve kervanını şehrin dışında karşılarlar. Gösterişli saray ve konaklarda misafir edilmeyi kabul etmeyen Sulanü'l Ulema Bahâeddin Veled, ailesi ve öğrencileriyle birlikte bir medreseye yerleştirilir.
Bahaâeddin Veled, Larende'de
Bahâeddin Veled ve ailesi 1221 yılından itibaren Larende'de yaşamaya başlar. Bahâeddin Veled, Larende valisi Emir Musa Bey'in kendisi için yaptırdığı medresede derslerini vermeye devam ederken; Muhammed Celâleddin araştıran, okuyan, babasının derslerini can kulağı ile dinleyen, kendisini en iyi şekilde yetiştirmeye çalışan bir gençtir. Adım adım "Mevlânâ" olarak anılmaya yaklaşmaktadır.
İlk hocası ve mürşidi, babası Bahâeddin Veled'den İslamî ilimleri ve diğer ilimleri öğrenen genç Celâleddin; Belh şehrinden kendileriyle birlikte göç eden Semerkandlı Şerafeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun'la 1225 yılında evlenir. Bu evlilikten kısa bir süre sonra annesi Mü'mine Hatun vefat eder, ardından ağabeysi Muhammed Alâeddin'i kaybeder. İki büyük kayıpla yaralanan Mevlana; ilk çocuğu Sultan Veled ve ikinci oğlu Alâeddin Çelebi'nin doğumlarıyla teselli bulur. Günler geçmekte, çevrede iyice tanınmaya başlayan Bahâeddin Veled'in medresesi gönül dostlarıyla dolup taşmaktadır.
Bu sırada en ihtişamlı dönemlerini yaşayan Anadolu Selçuklu Devleti'nin başşehri olan Konya, bir ilim ve kültür merkezi haline gelmiştir. Çünkü Moğol tehlikesini sezen bazı devlet adamları ve Bağdat'ta oturan Abbasi halifesi, ülkedeki ilim adamlarını Konya'ya yollamışlardı. Bu ilim adamları, Konya sarayından ve halktan büyük ilgi görüyorlardı. Zaten Sultan Alâeddin Keykubat, duyduğu ilim adamı, şair ve sanatçıları Konya'ya davet ediyordu. Larende'de bulunan Sultanü'l Ulema Bahâeddin Veled'i de davet etmemek olmazdı.
Olaylar da Sultanü'l Ulema'nın Konya'ya gelmesi yönünde gelişti.Sonraları gelişen olaylar hasebiyle Bahâeddin Veled Konya'ya gelmesi üzerine yapılan daveti kabul eder ve yol hazırlıklarına başlarlar.Bahâeddin Veled, Emir Musa ve Larendelilerle vedalaşarak 3 Mayıs 1228'de bir bahar günü ailesini ve müridlerini yanına alır, Konya'ya doğru yola çıkar. Genç Muhammed Celâlledin, yine babasının peşinden gelmektedir.
Sultan Alâeddin Keykubat, vezirler, ilim adamları ve Konya halkı Sulantü'l Ulema Bahâeddin Veled'i Konya şehrinin dışında büyük bir saygıyla karşılarlar. Sultanü'l Ulema'ya saygıda kusur etmek istemeyen Alâeddin Keykubat, onu sarayında misafir etmek ister, Sultanü'l Ulema bu isteği;
"Ey büyük Sultan! Sizi çok iyi anlıyorum. Ancak sultanlara saray, şeyhlere dergah, tüccarlara han, yolculara kervansaray uygun gerekir. Bize uygun düşen ise, bir medresedir" diyerek geri çevirir.
Bunun üzerine Bahâeddin Veled ve yanındakiler Altun-aba medresesine yerleştirilir. Bahâeddin Veled, Altun-aba medresesine yerleşmesine yerleşmişti. Ancak medresede başka alimler de vardı. Kendisine ayrılan bölümün küçüklüğü de Sultanü'l Ulema'yı rahatsız ediyordu. İstese yeni medrese yapılabilirdi. O ise, sesini çıkarmıyordu.
Bu arada Sultanü'l Ulema, Alâeddin Camii'nde vaaz ve sohbetlere başlamıştı. Bahâeddin Veled, bir cuma günü kalabalık bir cemaate vaaz vermektedir.
Sultan ve diğer devlet adamları da camidedir. Cemaat, Sultanü'l Ulema'yı can kulağı ile dinlemektedir. Bir ara Sultan'ın lalası olan Emir Bedreddin Gevhertaş, "Sultanü'l Ulema'nın ne kadar güçlü bir hafızaya sahip olduğunu, ne kadar güzel konuştuğunu, verdiği dersin önceden hazırlanıp hazırlanmadığını" düşünür. Bu sırada Bahâeddin
Veled, kendisine;
"Emir Behreddin, Kur'an'dan bir aşır oku!" diye seslenir.
Emir Bedreddin Kur'an'dan bir bölüm okur. Bahâeddin Veled, okunan bu bölümün ayetlerini geniş geniş açıklar. Bu olaydan oldukça etkilenen Emir Bedreddin kendisini alamaz, kalkar; Bahâeddin Veled'in elini ve vaaz verdiği kürsüyü öper. Emir Bedreddin Gevhertaş, duyduğu bu manevi hazzın bedelini ödemeye devam etmek ister. Bahâeddin Veled ve çocukları için Sultan Köşkü'ne yakın bir yerde bir medrese yaptırmaya başlar. Sultanü'l Ulema, ailesi ve öğrencileriyle birlikte bu yeni yapılan medreseye taşınır. Ömürlerinin sonuna kadar da burada otururlar.
Başta Sultan olmak üzere, ileri gelen devlet adamları, ilim adamları ve halk, Bahâeddin Veled'in vaazlarına katılmakta, sohbetlerinden feyz almaktadır.Mana aleminin güneşi Sultanü'l Ulema, seksenini çoktan geçmiş olduğu halde, 24 Şubat 1231 tarihinde, soğuk bir kış günü vefat eder. Geride "Maarif" adlı bir ilim ve irfan hazinesi ile gönüller sultanı Mevlana'yı bırakır. Başta Sultan Alâeddin Keykubat olmak üzere sevenleri matem içinde bırakan Bahâeddin Veled, bir gül bahçesine defnedilir.
Mevlana
Sultanü'l Ulema Bahâeddin Veled'in Belh'ten beri taşıdığı manevi aydınlık meşalesi artık oğulu Mevlana Celaleddin'dedir. Bahâeddin Veled'in vefatından yaklaşık bir yıl sonra Seyyit Burhaneddin Tirmizi, Konya'ya gelir. Seyyit Burhaneddin, Bahâeddin Veled'in Belh'ten öğrencisidir. Mevlana'nın küçüklüğünde lalasıdır. Bahâeddin Veled ile göç etmemiş, Belh'te kalmıştı. Daha sonra da Tirmiz şehrine gitmiştir. Şeyhinin vefat haberini öğrendiği zaman Mevlana Celâleddin'e yardımcı olabilmek için Konya'ya gelir.
Mevlana, engin bilgisi ve manevi zenginliği ile çok iyi yetişmiş olmasına rağmen, kendisini halkı irşad edecek kadar hazır hissetmiyordu. Mürşid olmak, insanlara rehberlik etmek, yol göstermek büyük bir sorumluluktu. Böyle bir sorumluluğu yerine getirebilecek miydi? Hatta o, kendisinin irşada muhtaç olduğunu düşünüyordu. Böyle bir zamanda Seyyid Burhaneddin çıkıp gelmiş, onu yalnız bırakmamıştı. Mevlana ile dokuz yıl kadar sürecek bir beraberlik başlamıştı.
Seyyit Burhaneddin'in Konya'ya gelmesi, bazı menkıbeciler tarafından bir rüyaya bağlanır. Bu rüyaya göre, Seyyit Burhaneddin bir gece rüyasında Şeyhi Bahâeddin Veled'in öfkeli bir vaziyette kendisine şöyle seslendiğini görür;
"Ey Burhaneddin! Oğlum Celâleddin'i Konya'da yalnız bırakırsın. Bu, senin şanına layık mıdır? Yanına varmak, ona yol göstermek ve lalalık hizmetini tamam etmek gerekmez mi?"
Seyyid Burhaneddin:
"Eyvahlar olsun! Şeyhim bu fani alemden göçtü" diyerek yollara düşer.
Aldığı manevi uyarı ile Konya'ya gelen Burhaneddin Tirmizi, Mevlana Celaleddin'i arar. Mevlana'nın annesi ve kardeşinin mezarını ziyaret için Larende'de olduğunu öğrenir ve ona haber gönderir. Bu arada şeyhi Bahâeddin Veled'in mezarını ziyaret eder ve Mevlana'yı beklemeye başlar. Mevlana haberi alır almaz Konya'ya döner. Seyyid Burhaneddin Tirmizi'yi bulur. Onun elini büyük bir hürmetle öper; onu, medresesine yerleştirir. Yıllar sonra lalası ve hocası Seyyid Burhaneddin ile yine beraberdir. Mevlana Celaleddin tekrar Seyyid Burhaneddin'in manevi terbiyesi altına girer. Seyyid Burhaneddin Mevlana'nın bilgisini yoklar ve ondaki mükemmelliği görür, ama eksikleri vardır.
Ona şöyle der:
"Bilgide dengin yok... Ama baban hem hâl ilmi (yaşayış) sahibiydi, hem kâl ilmi (güzel söz) sahibiydi. Yalnız söz ile değil, yaşayarak olgunluğa ermişti. Sen kâl ilmine önem vermişsin. Bugünden tezi yok, sen de hâl ilmine gir, onun haline sahip ol. Ondan kalan bu mirasa hakkıyla sahip ol ki, güneş gibi bu alemi aydınlat-asın..." Seyyid Burhaneddin Tirmizi, dokuz yıl kadar Mevlana'nın yanında bulunur. O hoca, Mevlana da öğrenci olur. Ona tam bir rehberlik yapar. Bir ara beraberce Halep ve Şam taraflarına giderler. Birkaç yıllık seyahatten sonra da geri gönerler.
Konya'ya döndükleri zaman, Mevlana'dan huzurunda halvet çıkarmasını (herkesten uzak kalarak ibadet etmesini) isteyen Seyyid Burhaneddin, öğrencisinin bu dileği büyük bir şevk ve başarıyla yerine getirdiğini görür. Mevlana kırk gün çilehanede kalır.
Mevlana'nın istediği olgunluğa eriştiğini gören Seyyid Burhaneddin, Mevlana'dan Kayseri'ye gitmek üzere izin ister. Mevlana, bu isteğe oldukça üzülür, fakat kabul eder. Seyyid Burhaneddin Tirmizi, bundan sonra Kayseri'ye yerleşir. Mevlana, hocasının Kayseri'ye gitmesinin ardından bir kez daha Halep ve Şam taraflarına gider. Halep'te Halaviyye Medresesi'nde kalır. Birkaç yıl sonra Şam'a geçer. Mukaddimeye Medresesi'nde kalır. Devrin ünlü ilim adamlarından Muhyiddin Arabi ve Sadreddin Konevî ile görüşür. Hiç durmadan okuyan, araştıran, öğrenen Mevlana; ilim derinliğine ulaşmıştır. Orada geniş bir çevre edinir; Rivayetlere göre bu seyahat, dört veya yedi yıl sürer.
Konya'ya dönmenin zamanı gelmiştir.
Konya'ya dönerken Kayseri'ye uğrar. Hocasını ziyaret eder. Beraberce Konya'ya dönerler yeniden. Mevlana, Burhaneddin Tirmizi'nin hikmet pınarından kana kana içmektedir. Seyyid Burhaneddin, onun olgunluğunu ve iliminin derinliğini gördükçe memnun olmaktadır. Mevlana, "insan-ı kamil" olma yolundadır. Seyyid Burhaneddin, Mevlana için büyük bir örnektir.
Rivayetlere göre, Mevlana günlerce ağzına bir lokma yiyecek koymaz. Nefsini zayıf düşürmek, köreltmek için büyük gayret gösterir. Günler sonra Seyyid Burhaneddin Kayseri'ye döner. Mevlana, bir kez daha yalnız kalmıştır. Birkaç defa şeyhini Kayseri'de ziyaret eder. Kayseri'de büyük bir ilgi ve saygı gören Seyyid Burhaneddin'e imamlık verilir. Fakat o, namaz kıldırırken uzun süre kıyamda ve secdede kalır; cemaat bundan acizlik duyardı.
Bunun farkında olan Seyyid Burhaneddin:
"Beni özürlü sayın. Ben ilahi huzurdayken kendimden geçiyorum ve sizleri unutuyorum. İmamlık bana göre değil, başkasını bulunuz", diyerek affını ister cemaatin. Kendisini ziyarete gelen Şehabeddin Sühreverdi ile saatlerce karşı karşıya otururlar ve tek kelime konuşmazlar.
Ziyaretten sonra müridleri, Seyyid Burhaneddin'e sorarlar:
"Bu nasıl görüşme? Aranızda hiç konuşmadınız. Bunun sebebi nedir?"
Seyyid Burhaneddin:
"Hâl ehli yanında, hâl dili gerekir... Hakikatı görenlerin huzurunda susmalı. Hâl olmadan, kâl ile müşkülleri çözmek mümkün değildir", diye cevap verir. Seyyid Burhaneddin Kayseri'ye geleli bir yıl kadar olmuştu. Bir gün, bir müridini çağırmış, sıcak su hazırlanmasını istemişti. Hazırlanan su ile abdest alımış ve müridine şöyle söylemişti; "Git kapının önüne çık ve "Garip Seyyid bu dünyadan göçtü" diye sâlâ ver. Bir müddet sonra da ruhunu teslim eder. Seyyid Burhaneddin Tirmizi, 1242'de vefat etmiştir.
Şeyhinin vefat haberini alan Mevlana, büyük üzüntülerinden birini daha yaşamış; hemen Kayseri'ye gelerek mezarını ziyaret etmiştir. Konya'ya dönerken de şeyhini kitaplarını yanında götürmüştür.
Garip Bir Karşılama
Mevlana, bir ilim adamı olmuştu. Tefsir, hadis, fıkıh, lügat, arapça ve farsça'yı öğrenmişti.Babası, Bahâeddin Veled ve şeyhi Seyyid Burhaneddin Tirmizi'den feyz almıştı.. Müridleri ve öğrencileri vardı. Müridlerinin ve öğrencilerinin eğitimi için çalışıyordu. Ancak, Mevlana'nın mana alemindeki yükselişi sona ermemişti. Babasını ve şeyhini kaybeden Mevlana yalnızdı.. Ama bu yükselişin tamamlanması, yalnızlığın da giderilmesi gerekiyordu.
1244 yılı Kasım ayının sonlarına doğru bir gün, Mevlana Celaleddin, ikindi vakti Altun-aba medresesi'ndeki dersini bitirmiş, yanında birkaç müridi olduğu halde evine dönmektedir. Bedeni bineğinin üzerinde, ruhu ise mana aleminin derinliklerinde seyahat etmektedir. İşte bu sırada Mevlana, birilerinin bineğinin dizginlerini tutarak, hayvanı durdurduğunu fark eder. Karşısında ışıklar saçan, keskin bakışlı bir çift göz vardır.
Mevlana'nın bedeni ve ruhu titrer. Bir müddet öylece birbirlerine bakarlar.
Uzun bir sessizliğin ardından meçhul adam söze başlar: "Sen, Belh'li Sultanü'l Ulema Bahâeddin Veled'in oğlu
Muhammed Celâleddin değil misin?
Mevlana: "Evet" der.
Meçhul adam devam eder:
"Ey madde ve mana altınlarının sarrafı! Benim bilmediğim bir şey var. Söyle bana. Hz. Muhammed mi (s.a.v) büyüktür yoksa Beyazıd-ı Bestâmi mi?
Beklenmeyen bu soru Mevlana'yı şaşırtmıştır. Fakat adamın boş birisi olmadığını anlamış, ona cevap vermiştir.
"Bu ne biçim soru? Elbette Hz.Muhammed büyüktür..."
Adamın keskin bakışları yumuşar. Yüzünde tatlı bir gülümseme vardır. Tekrar sorar:
"Doğru diyorsun ama Hz. Muhammed "Ya Rab! Seni tenzih ederim. Seni layıkıyla bilemedik. Sana günde yetmiş kere istiğfar ederim" buyurur. Beyazıd-ı Bestami ise, "Ben kendimi tenzih ederim. Benim şanım yücedir. Çünkü bedenimin her zerresinde Allah'tan başka bir varlık yok" diyor. Buna ne dersin?
Mevlana soruyu da konuyu da kavramıştır.
Cevap verir:
"Hz. Muhammed öyle söylüyordu. Çünkü O, sayısız makamlarda dolaşıyordu. Her makam ve mertebeye vardığında önceki bilgi ve hallerinden istiğfar ediyor, "Ey bizim aklımızdan ve anlayışımızdan yüce olan Rabbim! Biz, seni layıkıyla bilemedik." diyor; hiçbir makam ve mertebede kalmıyor; sürekli yükseliyordu. Bir mutasavvıf olan Beyazıd-ı Bestami ise, vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapılmıştır. Bu yüzden kendinden geçti, orada kaldı ve bu sözü söyledi." Meçhul adam aldığı cevap karşısında büyük bir sevinç duyar. Mevlana da katırından inerek, meçhul adamla kucaklaşır. Sonra kol kola girerek medreseye doğru yürürler. Görenler bu karşılaşmayı ve kavuşmayı hayretler içerisinde seyreder..
Şemsli Günler
Mevlana yalnızlıktan kurtulur, Şemsli günler başlar. İki gönül çağlayanının kaşılaşması, büyük bir dostluğun başlangıcı olur... Mevlana ders ve vaaz vermeyi bırakır... Günlerce Şems-i Tebrizi ile mana sohbetlerinde bulunur. Çevresindekiler, Mevlana'nın her işten elini eteğini çekmesini ve herkesten uzak yaşamaya başlamasını çekemez, Şems-i Tebrizi hakkında çeşitli söylentiler çıkarırlar. Mevlana ve Şems-i Tebrizi arasındaki gizemli dostluk anlayamayanların söylentilerine neden olur. Şems gücenir söylentilere.. 1246 yılının Mart ayının soğuk bir günü Konya'yı terk eder ve Şam'a gider.
Mevlana biricik gönül dostunun bu şekilde gitmesinden dolayı büyük üzüntü duyar ve çevresiyle olan ilişkilerini tamamiyle keser. Mevlana'nın bu durumuna herkes, hatta bu söylentileri çıkaranlar dahi üzülür.. Zira birbuçuk yıllık gönül dostu Mevlana üzerinde büyük izler bırakmıştır. Bu üzüntü Şems-i Tebrizi'den aldığı bir mektupla sona erer. Ve Mevlana sanki yeniden hayat bulur,. Şiirler söylemeye, dostlarıyla sohbetler etmeye başlar.
Sonraları Mevlana'nın oğlu Sultan Veled, Şems-i Tebrizi'nin bulunup Konya'ya getirilmesi için görevlendirilir.
Sultan Veled, yanında Mevlana'nın yazdığı bir mektupla Şam'a gider... Şems'i bulup Konya'ya davet eder. Sultan Veled'le 1247 yılının Mayıs ayında Konya'ya gelirler. Mevlana yaklaşık bir yıllık aradan sonra dostuna kavuşmuştur. Ve Mevlana eski Mevlana olmuştur ve çevresindeki herkes buna çok sevinmiştir. Bu arada Mevlana, bakımını üzerine aldığı Kimya Hatun'u Şems ile evlendirir. Şems ile ilahi sohbetler yine başlamış. Mevlana medreseye uğramaz, dostları ve öğrencileriyle görüşmez olmuştur. Bu olanlarda Şems'in büyük bir etkisi vardır ve Şems için yine söylentiler çıkmıştır.
Sonunda olacak olan olmuş, Şems, söylentilerin yoğun olduğu dönemlerde bir gece vakti ortadan kaybolmuştur. Mevlana için yine hasretlik dolu günler başlamıştır ve dostundan haber alamamanın verdiği üzüntülerle O'na şiirler ve mektuplar yazmaya koyulmuştur... Fakat ona yazdığı mektuplardan karşılık alamamıştır. Bu arayıpta bulamamak ve yakıcı olan hasretliğin sonunda Mevlana, kaybolan Şems'i kendinde bulduğunu söylemeye, onunla bir ve beraber olduğunu anlatmaya başlamış.
Bir Sarraf: Selahaddin Zerkubi
Şems'i bulamamak, Mevlana'yı ümitsizliğe itmemiş; bilakis coşkun bir ruh haliyle başbaşa bırakmıştır. Mevlana, yine eski günlerine dönmüş, semaya, okumaya ve gönüllere ışık olmaya başlamıştır.
1249 yıllarında Kuyumcular Çarşısı'ndan geçerken Selahaddin'e ait dükkânın önünde geçen olayları anlatan bir menkıbeye bağlanan karşılaşma, Mevlana ve Selahaddin Zerkubi dostluğunun başlamasına vesile olur. Menkıbeye göre; Mevlana, Kuyumcular Çarşısı’na uğramış, Selahaddin Zerkubi’nin dükkanının önünden geçerken, içeride altın işleyenlerin çekiçlerinin seslerinden cezbeye kapılmış, büyük bir coşkuyla semaya başlamıştır.Onun bu halini gören Selahaddin Zerkubi de ona katılır. Çıraklarına da “Altının zayi olmasından çekinmeyin, yaprakları dövmeye devam edin!” diye seslenir.
Uzun süren semadan sonra dükkâna girdiklerinde gördüğü manzara Selahaddin’i şaşırtır. Çünkü bir zerre bile altın zayi olmamıştır. Bütün bu olanlar Selahaddin’in de Mevlana’ya gönülden bağlanmasına sebep olur. Artık Mevlana’nın Şems’ten sonraki en yakın dostudur. Selahaddin Zerkubi, bazı yönleriyle Şems’e benzemektedir ya da Mevlana öyle görmektedir. O da medrese de öğrenim görmemiştir. Ancak Burhaneddin Tirmizi’nin ve Şems-i Tebrizi’nin sohbetlerinde bulunmuş, ruh dünyası engin ve derin bir insandır. Kuyumculuk yapmaktadır… Ve işinde mahirdir.
Mevlana, irfanı yüce bu insanla gönül dostu olmuş; öğrencileriyle ilgilenmesi için onu görevlendirmiştir. Hatta çevresindekilere Selahaddin’e uymaları konusunda talimat verir. Onu kendisine halife tayin eder. Bu arada oğlu Sultan Veled’i Selahaddin Zerkubi’nin kızı Fatıma Hatun ile evlendirerek aralarında akrabalık bağı da kurar. Çevrede dedikodular yine başlamıştır. Selahaddin’in cahil birisi olduğu, Mevlana’nın ona gereğinden fazla değer verdiği… gibi söylentiler gittikçe yayılmaktadır. Fakat bu söylentilere iki dost kulak asmazlar.
Mevlana ile Selahaddin Zerkubi’nin dostlukları on yıl kadar sürer ve Selahaddin, uzun süren bir hastalığın ardından 28 Aralık 1258 yılında vefat eder. Sultanü’l Ulema Bahâeddin Veled’in yanına defnedilir.
Mevlana ve Hüsameddin Çelebi
Selahaddin Zerkubi’nin vefatından sonra Mevlana, bir dostta bulunabilecek özellikleri, kendi manevi ve ilmi terbiyesi altında yetişen Hüsameddin Çelebi’de bulur. Mevlana, belki de diğer dostlarının maruz kaldığı dedikodulara meydan vermemek için onu halife olarak ilan eder.
1264 Hüsameddin Çelebi, on beş yıl kadar Mevlana ile beraber olur ve ona hizmet eder. Onu, Mesnevi’yi yazması konusunda teşvik eder. Gece ve gündüz, zaman ve mekan demeden Mevlana’yı takip ederek ilk on sekiz beyit hariç, Mesnevi’yi yazar.
Ayrılık Vakti Yaklaşırken
Mesnevi’nin altıncı cildi tamamlandığı sıralar Mevlana hastalanır ve yatağa düşer. Dostları akın akın kendisini ziyarete gelir ve şifa dilerler. O ise şifayı değil, Hakka kavuşmayı istemektedir.
Mevlana, 16 Aralık 1273 Cumartesi günü iyileşir gibi olur. Gün boyunca ziyaretine gelenlerle konuşur. Yanında gönül dostu, öğrencisi, halifesi Hüsameddin Çelebi, oğlu Sultan Veled, hekimler ve bazı dostları vardır.
Oğlu Sultan Veled, günlerdir babasının başını beklemiştir ve uykusuzdur. Sabaha doğru Mevlana oğluna seslenir:
“Bahaeddin! Ben iyiyim, sen git, biraz yat.”
Oğlu, gözyaşları içinde odadan ayrılır. Mevlana, hüzünlü bir şekilde arkasından bakar, yine seslenir:
“Yürü, git! Bırak beni, vaz geç şu geceleri dolaşıp duran yanmış yakılmış adamdan. Biz, yapayalnız geceleri sabahlara kadar sevda dalgaları arasında bocalar dururuz. Dilersen bağışla bizi, dilersen yürü, cefa et bize.”
Bu sözler Mevlana Hz.’lerinin son sözleridir ve Hüsameddin Çelebi bu sözleri gözyaşlarıyla yazar. Pazar günü Mevlana’nın evinde ve bütün şehirde derin bir sessizlik vardır. Akşamüzeri güneş batarken; o veli insan, gönüller sultanı Mevlana Celaleddin de fani alemden baki aleme yolculuk eder.
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız?
Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir.”
İnsan'ı Kâmil
İslam inancına göre “Ahsen-i takvîm” üzere yaratılan insan, Allah’ın “kendi rûhundan üflediği”, “yaratılmışların en şereflisi” ve “Allah’ın yeryüzündeki halifesi” gibi vasıflarla tanıtılmaktadır. Özünde bu derece yüce vasıflar taşıyan insan ilâhî iradenin kendisine gösterdiği hidâyet ve delâlet arasında isabetli bir tercihle doğru yolu seçtiği gibi bazen de özünde taşıdığı değerlerden uzaklaşarak yanlış tercihlerde bulunabilmektedir.
Küfür ve îmânı, iyi ve kötüyü, hayır ve şerri yaratan, fakat kullarının küfür, kötülük ve şerde olmalarına razı olmayan Cenab-ı Hak, kendi özündeki değer ve yaratılış gayesinden uzaklaşan insanı imana, iyiye, güzele ve hayra yöneltmek için dinler ve o dinleri insanlara ulaştıran peygamberler göndermiştir. İlâhî iradenin tecellisi ve Allah ile insanlar arasındaki irtibatı sağlamakla görevlendirilmiş olan peygamberler, getirdikleri dinleri insanlara anlatmakta, onların hakikati bularak yaratılış gayelerine mutabık bir çizgiye dönmelerini temine çalışmaktadır.
Bu kudsî ve zor görevi üstelenen elçilerin insanların kendi içinden seçilmiş olması da yine insanın yaratıcı karşısındaki mevkîi ve değerlerine işarettir.
İslam’a göre ilk insan aynı zamanda bir peygamberdir. Kur’ân-ı Kerîm’de isimleri zikredilen peygamberlerin yanı sıra Allah tarafından bu kudsî görevle görevlendirilmiş başka peygamberlerin de olduğu yaygın bir inanıştır. İnsanların genellikle aynı esaslara inanmaya ve aynı davranışlardan kaçınmaya çağıran peygamberler vazifelerini yerine getirirken gönderildikleri toplumların gerçekleri, insanların özellikleri ve verilen görevin en güzel şekilde îfâ edilmesi için muhtevâ ve metot olarak, çeşitli uygulamalarda bulunmuşlardır.
Son ilâhî din olan İslam, onun insanlık için “rehber ve hidayet kaynağı” olarak nitelendirilen kitabı Kur’ân-ı Kerîm ve Allah’ın “rahmet tecellîsi” olarak insanlara Hak ve hakikati anlatmak için gönderdiği Hz. Peygamber, bu ilâhî tecellinin son temsilcileridir. Kendisinden sonra peygamber gelmeyeceği için Hz. Peygamberden sonra bu görev “âlimler peygamberlerin varisleridir” anlayışınca ilim ve irfan ehline geçmiştir. Hz. Peygamber’in getirdiği dini tebliğ ve insanların kendi özlerinde bulunan ilâhî yüceliğe ulaştırmakta kullandığı metot ve vasıtalar kendisinden sonra bu görevi icra edenler için de vazgeçilmez birer numunedir.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî , XIII. Yüzyılda yaşamış mutasavvıf bir mürşid-i kâmildir. Onun asırlardır süregelen tesir ve etkileri tüm dünyanın dikkatini çekmektedir. Onun anlayışıyla İslam’ı tanıyan farklı dinlere mensup kimseler Müslümanlığı tercih etmekte, Müslümanlar ise engin sevgi, aşk, hoşgörü ve samimiyet dolu bir dini yaşantı için onun eserlerini ve düşüncelerini anlamaya çalışmaktadırlar. İslam dünyasının dini, ilmi ve içtimai açıdan birçok sıkıntılarının olduğunu günümüzde bu problemlere çözüm önerileri sunabilecek fikirler, ancak büyük kargaşalıklar ve çalkantıların yaşandığı dönemlerde fert ve toplumun dini ve içtimai yapısını ayakta tutmayı ve yeniden inşasını başarmış bir rehber ve mürşidle mümkün olabilir.
Bize gör, İslam’ın cihanşümul dinamizmini en iyi şekilde anlayıp, yorumlayan ve insanlığa anlatan Mevlâna da böylesi bir düşüncenin ortaya konulması açısından uygun bir seçenektir. İnsanlık nasıl bir anlatım, sunuş ve davete muhatap olmalıdır ki, yaratıcısının onun mutluluğu için göndermiş olduğu son ilâhî dini doğru bir şekilde anlasın, algılasın ve kurtuluşunu elde edebilsin? Mevlâna’nın dini tebliğ ve irşadında kullanmış olduğu metot ve vasıtalara bakıldığı zaman başta onun referansının dini ve tasavvufi olduğunu söylemek mümkündür.
Her iki alanda da zirve de bir âlim ve mutasavvıf olarak karşımıza çıkan Mevlâna, her şeyden önce Kur’ân-ı Kerîm ve hadislere son derece vâkıftır. Her iki dini kaynağı da son derece yetkin ve maharetle kullanabilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’e getirmiş olduğu yorum, tefsir ve izahlar, işârî tefsir ekolü içerisinde mütâlaa edilebilir. Kur’ân ilimlerindeki bilgi zenginliği ise onun müderris yönünü ortaya koymaktadır. Eserlerinde kullanmış olduğu hadisleri iki gurupta ele almak mümkündür.
Eslerilerinde sahih ve bilinen rivayetlerin yekûnu oldukça fazladır. Sıhhat ve hadis ilmi açısından değer hükümleri tartışılan diğer bir gurup hadisten de bahsedilir, ancak bu rivayetleri, tasavvufi düşünce içerisinde sık kullanılan ve tasavvufi kıstaslarla değerlendirilen hadisler olarak değerlendirmek daha yerinde olur. Vaaz ve nasihatlerinde aşırı dikkatli, kullandığı ifade ve muhataplar konusunda seçisi, müspet, sevdirici, müjdeleyici bir tavır sezmek mümkündür. Kıssa ve menkıbelerle geçmiş toplumların müspet ve menfi yönlerini ortaya koyarak insanların hisse almasını, bu sayede onlara hata ve kusurlarını düzeltme ve kontrol etme imkânı sunmaktadır.
Anlaşılması güç ve mücerred kavramları, temsili anlatımlarla müşahhaslaştırmakta, zor gibi görünen bir çok konuyu tahkiye metoduyla anlaşılır ve kolayca hatırda tutulur hale getirmektedir. Edebi ve bedîi zevk sahipleri için dini ve tasavvufi hakikatleri şiir kalıpları içerisinde sunmakta, bazen sade ve basit dizeleri, sehl-i mümteni denilebilecek bir kolaylık ve güzellikte ortaya koymakta, bazen da coşkulu, en girift edebi sanatları ustalıkla kullandığı şaheser beyitler terennüm edebilmektedir.
Etrafındaki herkesle yakından ilgilenmesi, küçük bir çocuktan esirgemediği ilgi ve alakasını, bazen bir ihtiyaç sahibine, bazen de bir kimsesize aynı şekilde sunabilmesi, her türlü ilişkiden faydalı bir netice elde edebilmesi onu başarılı kılan etkenlerdendir. Kendisi için hiçbir istek ve menfaate dönüp bakmazken, başkalarına yardımcı olabilmek için her türlü fırsatı değerlendirmeye çalışması da mektuplarında ortaya çıkan başka bir âlîcenâp yönü olarak temayüz etmektedir.
Bir müderris ciddiyeti ile yaklaştığı ilmi problem ve tartışmalardan muvaffakiyetle çıkması onu ilim ve fikir adına farklı bir ses olarak ortaya çıkarmaktadır. İman, ibadet ve ahlak onun irşadının olmazsa olmaz temel unsurlarıdır. Çünkü bu üç temel, Cebrail tarafından Hz. Peygamber’e dinin öğretilmesi adına sorulan sorulardır ve bunlar “Allah tarafından tamamlanmış ve razı olunmuş”, “Allah indinde yegâne” gibi vasıflarla nitelenen son ilahi ve evrensel dinin temelleridir. İman; insanın varlığın kaynağı ve yaratıcısı olan müteâl kudrete, O’nun “âlemlere rahmet”, “şahit”, “müjdeci” ve “uyarıcı” olarak gönderdiği elçilerine ve o elçilerin insanlara “yol gösterici” ve “hidayet kaynağı” olarak yaratıcıdan getirdikleri ilâhî kelâma inanmak, ikinci bir âlemin varlığına ve insanın bu âlemdeki tasarruflarının ikinci âlemdeki mevkîini belirleyeceğine vakıf olmaktır.
Mevlâna için insanın bu anlayışı idrak etmesi, yani iman etmesi, mutluluğun ve kurtuluşunun yegâne kaynağıdır. Onun bütün çabası bu idraki tüm fertlere, toplumlara, her çeşit, her din, her dil ve her renkten insanın yakalayabilmesidir ki, bu aynı zamanda insanın varlığının değerini anlaması ve varlık içindeki her şeyi yerli yerinde algılanabilmesidir. Mevlâna’nın başta kaza ve kader, irade ve ihtiyar gibi İslam ilahiyatında ilmi tartışmalara konu olan hususlarda Ehl-i sünnet düşüncesini benimsediğini, Mû’tezile ve Râfızilik gibi düşünce ekollerine karşı tavır aldığını görmekteyiz.
İbadetler, insanın gerçek anlamda varlığı kavraması ve yerli yerinde değerlendirmesinin bir neticesidir. Kulun yaratıcıya yaklaşması olarak değerlendirilen ibadetler için yapılacak davetin kalitesinden, insanın rûhen ve bedenen bu yakınlığa layık bir temizliği elde etmesine kadar her türlü hazırlık, bu yakınlığın mahiyeti düşünüldüğü zaman önemlidir ve hiçbir şekilde ihmal edilmez.
Kulun Allah’a en fazla yaklaştığı anı, secdeyi de içine alan, ruhen bir yükseliş (miraç) ve bahşettiği her türlü nimet için ilahi kudret önünde hazır bulunmak olarak nitelendirilen namaz kadar hiçbir şey, Mevlâna’nın eserlerinde daha fazla yer almaz ve ısrarla üzerinde durulmaz. Namaz insanı her türlü kötülükten koruduğu gibi oruç da insanı koruyan, ona gelebilecek zararları engelleyen bir kalkandır. Zekât fert ve toplumu ayakta tutan, malı ve sahibini arındıran ilâhî bir sosyal yardımlaşma ve dayanışma mükellefiyetidir. Hac, evden daha çok evin sahibini hatırlamaktır.
Telbiye aynı zamanda kulun bütün kabulleri ile birlikte ilâhî davete icabetinin dile getirilmesi, kulun varlığını yaratıcının emrine sunulması olarak değerlendirilmektedir. Aynı dinin temsilcilerinin bir araya gelerek müşterek problemlerine çözümler aradıkları bir platform olarak nitelendiren bu ibadet, aynı zamanda bu fani âlemde yaşanan bir mahşer provası niteliğini de haizdir.
Bütün bu farz ibadetlerin yanı sıra kulun Allah’a yakınlaşmasına vesile olabilecek nafile ibadetler, gönülden ve dilden hiçbir zaman çıkarılmaması gereken Allah’ın devamlı anılması olarak zikir ve virtler de Mevlâna’nın farz ibadetlerin muhafazasında önemli gördüğü bir husustur.
Tasavvuf fert ve toplum hayatında önemli bir eğitim ve aydınlanma ameliyesidir. Bu ahlaki eğitimin gerçekleşmesi, insanı her türlü arızi hallerden soyutlayarak, yaratılış gayesi ve özünde bulunan cevherin ortaya çıkarılması ve geliştirmesini hedefleyen bir eğitim ve öğretim (irşad), din, toplum ve insan gerçeğini bilen, gerçek manada yeterli ve tasavvufi düşünce ve uygulamaları yerli yerinde kullanılabilecek “kâmil” bir mürşid (eğitici-öğretici) ve bu eğitim-öğretime açık, istekli, gayretli ve kabiliyetli bir mürid (öğrenci) gibi unsurların bir araya gelmesi ile mümkün olacaktır.
Bu eğitim süresince belirli makamlar geçilecek, belirli haller yaşanılacak, biri diğerine basamak olacak şekilde yoğun ve yorucu bir süreç yaşanacaktır. Bu meşakkatli yolculuğu (seyr u sülûk) kulun varlık ve yaratıcı karşısındaki konumunu değerlendirmesi ve kendi özündeki kabiliyetleri geliştirmesi olarak değerlendirmek de mümkündür. Bunun yanında kendini bilmiş, varlık karşısındaki değer ve konumunu idrak etmiş insanın belirli ahlaki güzelliklerle takviyesi ve bilinen kötü davranış ve fiillerden uzaklaştırılması da gerekmektedir. Ahlak-ı hamide ve ahlak-ı zemine olarak tasnifi mümkün olan bu eğitimle kazanabileceği önemli hususlardır.
Netice itibariyle Mevlâna Celâleddîn Rûmî, her şeyden önce Müslüman bir mutasavvıftır. Şair, edip, musikişinas, müderris gibi vasıfları da bu iki temel vasfı takip etmektedir. İslam’ın insanlığa sunmuş olduğu bir değer, insanlık ve tefekkür dünyasının yetiştirmiş olduğu istisna bir kabiliyettir.
Hz. Ebubekir’in kesilmeyen neslinden, saf ve temiz soyundan gelen bir rehber ve mürşiddir. İnsanın hem fani olan bu imtihan âleminde hem de ebedi âlemdeki mutluluğunu hedef almıştır. Bütün çaba ve gayreti, her nefesi bu ulvi gayeyi gerçekleştirmeye matuf hizmetlerle geçmiştir. Aşktan doğmuş, aşkı tüm âleme yaymak için çalışmış ve aşk ile sırlanmış bir Allah dostu ve aşk evladıdır.
O Hak ve hakikat yolunda Allah’ın rızasını elde etmek için Hz. Peygamber’in mirasına sahip çıkmış hayırlı bir varisidir. Cenab-ı Hakk’în nübüvvet pınarından tüm aleme yayılan ab-ı hayatı tatmış, bütün alemi de bu rahmet kaynağına yönelterek asırlara hükmetmiş bir yol göstericidir.
“Her peygamberin, her velinin bir mesleği vardır. Fakat değil mi ki hepsi halkı Hakk’a ulaştırıyor, birdir…”
Düşünceleri
Hz.Mevlânâ için ölüm, sevgiliye kavuşmaktır. Bir gazelinde ölüm hakkında şöyle der:
Öldüğüm gün tabutum götürülürken, bende bu dünya derdi var sanma...
Benim için ağlama, yazık, vah vah deme;
Şeytanın tuzağına düşersen, o zaman eyvah demenin sırasıdır,
Cenâzemi gördüğün zaman firâk, ayrılık deme,
Benim kavuşmam, buluşmam işte o zamandır,
Beni toprağa verdikleri zaman, elvedâ elvedâ demeye kalkışma,
Mezar, cennet topluluğunun perdesidir.
Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret, güneşle aya gurûbdan hiç ziyân gelir mi?
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun?
Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı? Can Yusuf’u ne diye kuyuda feryad etsin?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç
Zîrâ senin Hayy u Hû’yun, mekânsızlık âleminin fezâsındadır .
Bir başka şiirinde de şöyle der:
Kardeş, mezârıma defsiz gelme;
çünkü Allah meclîsinde gamlı durmak yaraşmaz.
Hak Teâlâ beni aşk şarabından yaratmıştır.
Ölsem, çürüsem bile ben yine o aşkım .
Hz.Mevlânâ, hayatı boyunca Kur’an hükümlerinin âdâbına riâyet ederek, Allah’ ın haram kıldığı şeylerden çekinmiş; kendi ilmini, irfânını, benliğini, hâsılı tüm varlığını Hz.Muhammed’in varlığında yok etmiş, gerçek takvâ sahibi bir şahsiyettir.
Mesnevî’nin V.Cildinde şöyle der:
Şerîat muma benzer, yol gösterir; ele mum almadan yol alınmaz.
Yoldan yürüyüp gittin mi, bu gidişin, bu yürüyüşün tarîkattır.
Ulaştın mı, gideceğin yere vardın mı, maksadına eriştin mi, bu da hakîkattır.
Şerîat bilgidir; tarikat iş, güç, kulluk; hakîkatse, Allah’ a ulaşmaktır.
Şu rubâîsinde de Kur’an-ı Kerim ve Hz.Muhammed’e bağlılığını apaçık ortaya koyar;
Men bende-i Kur’ânem, eger can dârem,
Men hâk-i reh-i Muhammed-i Muhtârem,
Ger naklî koned cuz in kez ez guftârem,
Bîzârem ez u vez an suhan bîzârem.
Canım bedende oldukça Kur’ân’ın kuluyum,
Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım,
Birisi sözlerimden bundan başka söz naklederse,
O nakledenden de bezmişim ben, bu sözlerden de bezmişim.
Hz.Mevlânâ’nın tasavvufu hiçbir zaman bir bilgi sistemi yâhut hayâlî bir idealizm değildir. Onun tasavvufu irfân, tahakkuk, aşk ve cezbe âleminde olgunlaşmadır. Gâye kulluk ve yokluktur.
O, hayatın bütün gerçeklerini kabûl eder. Miskinliği, hayattan el-etek çekmeyi reddeder. Ona göre dünyâ, Allah’tan gâfil olmaktır, hayâtın gerçekleri değil.
Hz.Mevlânâ’nın tasavvufunda varlığın, yaratılışın, hayatın mânâsı aşktır.
Aşk ise Allah’ın vasıflarındandır. O’ndan başkasına âşık olmak da geçici bir hevestir. Yaratılışın sebebi, bütün hastalıkların tabîbi, bencilliğin devası, elemlerin merhemi İlâhî Aşk’tır . Hz.Mevlânâ’ya göre insan, duygu ve düşüncelerden ibârettir. Bir şiirinde şöyle der:
Ey kardeş! Sen yalnız duyuş ve düşünüşten ibâretsin,
Geri kalanın ise sadece et ve kemiktir.
Hz.Mevlânâ’nın kâinâtı kucaklayan insan sevgisi ve hoşgörüsü, Allah’a olan hudutsuz aşkının ve Muhammedî feyze tam mazhâr oluşunun tabîî netîcesidir.
O, Müslümanlığın üzerinde hassâsiyetle durduğu “insan yaratılmışların en şereflisidir” düstûrunun şuuruyla insanları kucaklar, yaratılmışları âşık olduğu yaratandan ötürü bir nefs mücâdelesine girmeden rahatlıkla hoş görür .
Hz.Mevlânâ’nın tüm insanlara vasiyeti ile bu bölümü noktalıyoruz.
Ben size;
Gizli ve âşikâr olarak Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim.
Az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi,
Allah’ın buyruğuna boyun eğmenizi,
Kötülük etmemenizi,
Oruca ve namaza devam etmenizi,
Şehvetten uzak durmanızı,
İnsanlardan gelecek ezâya ve cefâya tahammül etmenizi,
Mallarını beyhûde yere harcayanlarla, ayak takımı ile oturup kalkmamanızı,
Kerem sahibi ve sâlihlerle beraber olmanızı tavsiye ederim,
İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.
Sözün en hayırlısı da az ve öz olandır.
Hamd yalnız tek olan Allah’a mahsustur.
Tevhîd ehline selâm olsun .
Eserleri
Hz.Mevlânâ’nın en büyük eseri, Türk- İslâm sanatının şaheserlerinin başında gelen Mesnevî’sidir. 25000’i aşkın beyitten oluşan bu eserde, İslâm düşüncesi çeşitli hikâye ve darb-ı mesellerle anlatılmaktadır. Form gereği arûzun “fâilatün/ fâilatün/ fâilün” vezniyle ölçülmüş olan eserin beyitleri kendi aralarında kâfiyelidir. Mesnevî’nin ilk 18 beyti Hz.Mevlânâ’nın bizzat kendisi tarafından yazılmış, kalanı ise Çelebi Hüsâmeddin tarafından kaleme alınmıştır .
Muhtelif zamanlarda söylediği gazelleri Dîvân-ı Kebîr yahut Dîvan-ı Şems-i Tebrîzî adlarıyla toplanmıştır. (Hz.Mevlânâ kendisini Şems-i Tebrîzî ile bir kabûl ettiğinden, şiirlerinde Şems-i Tebrîzî mahlasını kullanmıştır). Arûzun çeşitli kalıplarının kullanıldığı bu şiirlerde, muhtelif konular işlenir .
Dörtlükleri de Rubâiyyât başlığı altında toplanmıştır .Fîhi-mâ-fîh, Hz.Mevlânâ’nın sohbetlerinin not edilmesinden meydana gelmiş Farsça mensûr eseridir. Bu eserde âyetler tefsîr edilmiş, hadîsler şerhedilmiş, böylece tasavvufî dünya ve ahiret görüşleri amel, ahlâk, ibâdet konuları hikâyelere bağlanarak anlatılmıştır .
Hz.Mevlânâ’nın bir diğer eseri de yedi vaazının veya öğüdünün not edilmesiyle meydana gelen Arapça-Farsça mensûr eseri Mecâlis-i Seb’a’ dır. Bu vaazların Şems-i Tebrîzî ile buluşmadan önce Konya câmilerinde oğlu Sultan Veled ve diğer kâtipler tarafından yazıldığı rivâyet olunur .
Mektûbât da Hz.Mevlânâ’nın mensûr eserlerindendir. Başta Alâeddin Keykûbat olmak üzere Selçuklu Devleti’nin ileri gelenlerine, dostlarına herhangi bir konu ile ilgili olarak yazdığı 145 mektubun bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur.
Hz.Mevlânâ’nın gerek mensûr ve gerekse de manzûm tüm eserlerinde; olağanüstü bir akıcılık gözlenir. Üslûbu süslü fakat anlaşılırdır. Âyetler, hadîsler hikâyelerle açıklanmış; konular zevkle takip edilir bir hâle getirilmiştir.
MEVLEVÎLİK
1- Kuruluşu
Ölüm gününü Hakk’la vuslat, sevgiliye kavuşma günü sayan Hz.Mevlânâ’nın bu dünyadan göçüp, sonsuzluk âlemine doğmasıyla onu tanıyanlar, fikir ve görüşlerini benimseyenler büyük acılara boğuldular. Başta oğlu Sultan Veled, Çelebi Hüsâmeddin ve diğerleri.
Hz.Mevlânâ’nın fikirleri ve yaşantısı kurumlaşmalı, yüzyıllar boyu tüm insanlığa uzanan bir el olmalıydı. İnsanlığı sevgiye, hoşgörüye, iyiliğe, doğruluğa ve güzel ahlâka yani İslâm’a çağıran bir el...
İslâm Peygamberi, yaratılmışların en yücesi Hz.Muhammed’in yüzyıllar önce tüm insanlığa yaptığı çağrıyı Hz.Mevlânâ da yineliyordu.
Bâzâ! Bâzâ! Her ân çi hestî bâzâ
Ger kâfîr u gebr u bût-perestî bâzâ
İn dergeh-i mâ, dergeh-i novmîdî nîst
Sad bâr eger tövbe-şikestî bâzâ
Gel!.. Ne olursan ol, yine gel...
İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta...
İster yüz kere tevbe etmiş ol, ister yüz kere bozmuş ol tevbeni...
Bizim kapımız umutsuzluk kapısı değil, nasılsan öyle gel. .
Çelebi Hüsâmeddin döneminde başlayarak, Sultan Veled ve onun oğlu Ulu Ârif Çelebi zamanında toplanan Mevlânâ âşıkları, Mevlevîlik Tarîkatı’nın temelini attılar ve sistemini oluşturdular. Muhtelif yerlerde tekkeler kurdular, vakıflar sağladılar, insanların gönüllerine ışık götürdüler.
Çok uzun bir süre geçmemesine rağmen Anadolu’nun pek çok yerinde Mevlânâ âşıkları mevlevîhânelerde toplanmaya başladılar. Oradan Arap Yarımadası’na, Asya ve Avrupa’ya yayıldılar. Artık padişahlar da, gedâlar da aynı posta baş kesmedeydiler. Sultan III.Selîm, Sultan II.Mahmud gibi bir döneme damgasını vuran Osmanlı sultanları mevlevîhânelerde şeyhlerinin dizlerine baş koymadaydılar. Aşk, sınır tanımaksızın yüreklere ateşler yaktı, yaktı.
2 - Çile Sistemi
Mevlevîlik, mânevî bir eğitim sistemi olarak tarîkate giren nevniyâzları binbir gün süren “çile” denilen bir eğitimden geçiyordu.
Çile şöyle uygulanıyordu:
Mevlevî olmaya karar veren kişi gençse, ailesinin rızâsı alınırdı. Kendisine bu yolun güçlükleri anlatılır, ısrâr eder ve kabûl olunursa “matbah” denilen eğitim bölümünde, kapıdan girince hemen sol tarafta, kapı dibinde bulunan postta üç gün oturtulurdu. Bu üç gün içinde iki diz üstünde başı eğik olarak oturan aday, orada yapılan işleri seyreder, mecbûriyet olmadıkça konuşmaz, mecbûr olmadıkça posttan kalkıp bir yere gidemezdi. Üç gün sonra huzûra çıkar, kararında durduğunu söylerse, geldiği elbiseyle on sekiz gün getir-götür işlerine bakardı. On sekiz günün sonunda ona artık mevlevîlerin özel kıyafetleri giydirilir ve çilesi başlamış olurdu.
Çile esnasında ortalığı silip süpürmek, odun getirmek, çarşıdan alış-veriş yapmak, çamaşır yıkamak gibi günlük işleri yapmaktan başka mutlaka sema’ meşk eder, mesnevî okur, kâbiliyeti varsa ney üflemek, kudüm vurmak, âyin okumak gibi mûsikî sanatı ile yahut hat, tezhîb, minyatür gibi diğer güzel sanatlarla ilgilenirdi. Bu meşklere, çilesini doldurmuş, hücre sahibi olmuş “dede” ler nezâret ederdi .
3 - Mevlevîlik ve Sanat
İslâm dininde mûsikî ve raksla ilgili ilk belgelere Meraga’lı Abdülkâdir’in Makâsidü’l Elhân adındaki eserinde, sema’a ise mîlâdî X.yüzyıldan itibaren bazı kaynaklarda rastlanır.
Mevlânâ’nın büyük bir din ve sanat bilgini olarak mûsikî hakkında yüceltici fikirleri vardı. Sofiyane vecd ve isitiğrakın, ilâhî ilham ve neşvenin kaynağı haline gelmiş olan gönlünü şiir, mûsikî ve sema’ gibi üç güzel sanatın ulviyet ve kudsiyetinde eritmişti. Bilhassa mûsikîyi bütün maddî ve fizîkî hâdiselerin üstünde tamamen ilâhî bir anlayış ve sezişle “Elest Bezmi’nin âvâzesi” diye târif etmişti.
Bu yüzden mevlevihâneler, mânevî eğitim işlevlerinin yanı sıra devrin güzel sanatlar akademileri yahut konservatuarlarıydılar .Mevlevîlerin zikri olan sema’, mutlaka mûsikî eşliğinde yapıldığından, mevlevîhânelerde nazarî ve amelî mûsikî eğitimi yaptırılmış, bu sebeple Türk Mûsikîsi’nin en büyük bestekârları mevlevîhânelerden yetişmişlerdir. Bu eğitimin yanı sıra edvârlar ve muhtelif nota mecmuaları tertip edilerek, eserlerin gelecek nesillere intikâli de sağlanmıştır.
Mûsikî sanatımız üzerinde Mevlevîliğin tesiri o kadar büyüktür ki, “Türk Klâsik Müziği mevlevîhânelerde gelişmiştir” denebilir. Nefî, Neşâti, Fasih Ahmed Dede, Esrâr Dede, Nâbi, Şeyh Gâlib gibi divân edebiyatımızın büyük şairleri de mevlevîdirler .
Hz.Mevlânâ’nın tasavvufunda gâye aşktır. Hz.Mevlânâ, insanın sûretiyle değil, sîretiyle -yani iç âlemiyle- ilgilenmiş, rûhî olgunlaşmayı ve ahlâk kaidelerinin en yücelerine ulaşmayı hedef almıştır. Mevlevîlikte, tamamen rûhî bir tezâhür olan şiir, mûsikî, raks ve diğer güzel sanatlar insanı kötülüklerden uzaklaştırıp, ilâhî amaca yaklaştıracak araçlar olarak görülmüş, bu yüzden Mevlevîliğin önemli rükünleri hâline gelmiştir.
4 - Semâ’ Töreni
Mevlevîlik deyince ilk akla gelen semâ’, lügatte işitmek mânâsındadır. Terim olarak, mûsikî nağmelerin dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmektir. Hz.Mevlânâ zamanında belli bir nizâma bağlı kalmaksızın dînî ve tasavvûfî bir coşkunluk vesîlesiyle icrâ edilen sema’, sonradan Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi zamanından başlayarak Pîr Âdil Çelebi zamanına kadar tam bir disiplin içine alınmış, sıkı bir nizâma bağlanmış; icrâsı öğrenilir ve öğretilir olmuştur . Böylece XV.yüzyılda son şeklini alan Sema’ Töreni’ ne daha sonra sadece XVII.yüzyılda Nâ’t- ı Şerîf eklenmiştir . Sema’, sembolik olarak, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip “İnsan- ı Kâmil” e doğru yönelişini ifâde eder.
Mutrıb ve semâzenlerin şeyh postunu selâmlayıp, semâhânede yerlerini almalarından sonra şeyh efendi semâhâneye girer, mutrıb ve semâzenleri selâmlayıp posta oturur .
Mutrıbdaki saz grubu asıl olarak neylerden oluşur. Bulunduğu takdirde bu heyete rebab, kanun, tanbur gibi diğer sazlar da ilâve edilir. Neyzenlerin başında bir neyzenbaşı, âyinhanların başında da kudümzenbaşı vardır. Bütün mukaabeleyi kudümzenbaşı yönetir. Âyinhanlar iki veye üç kudümle usûl vurarak eseri okurlar. Ayrıca âyinhanlardan biri halîle (zil) ile, bir diğeri de zilsiz def (bendir) ile usûle iştirak eder .
Sema’ Töreni, “Nâ’t-ı Şerîf’le başlar. Nâ’t-ı Şerîf kâinatın yaratılmasına vesîle olan, yaratılmışların en yücesi Hz.Muhammed’i öven, Hz.Mevlânâ’nın bir şiiridir. XVII.yüzyılda bestekârlarından “Itrî” adıyla tanınan Buhûrîzâde Mustafa Efendi’nin Rast makamından bestelediği bu na’t-i, na’t-hân ayakta ve sazsız okur.
Na’t’i, kudüm darbları izler. Bu Yüce Yaratıcı’nın kâinata “ol” emridir. İslâm inanışına göre Allah, insanın önce cansız bedenini yaratmış, sonra ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmiştir. Na'’t’den sonra yapılan ney taksimi işte bu ilâhî nefesi temsîl eder .
Taksimden sonra peşrevin başlaması ile şeyh efendi ve semâzenler, sema’ meydanında sağdan sola doğru dârevî bir yürüyüşe başlarlar. Semâ’ meydanını üç kez dolaşmaktan ibâret olan bu yürüyüşe “Devr-i Veledî” denir .
Semâhânenin giriş kapısı ile tam karşıdaki kırmızı post arasında var olduğu kabul edilen bir çizgi, semâhâneyi iki
yarım daireye böler. “Hatt-ı istivâ” denilen bu çizgi, mevlevîlerce kutsal sayılır ve aslâ üzerine basılmaz .
Devr-i Veledî esnâsında, şeyh postunun hemen önünde sema’ törenine adını veren bir olay cereyan eder; “mukâbele” yani karşılaşma.
Semâ’ meydanının sağ tarafından post hizasına gelen semâzen, Hatt-ı İstivâ’ya basmadan ve posta sırt çevirmeden dönerek karşıya geçer.
Böylece arkasından gelen semâzenle karşı karşıya gelir. Bir an göz göze gelen iki derviş, aynı anda öne doğru eğilerek birbirlerine baş keserler. Buna “Mukâbele” denir .
Postun tam karşısında Hatt-ı İstivâ’nın sema’ meydanını kestiği noktaya gelen derviş burada da baş keser ve Hattı İstivâ’ya basmadan yürüyüşüne devam eder .Üçüncü devrin sonunda şeyh efendinin posttaki yerini almasıyla Devr-i Veledî tamamlanır. Bu devirler, şeyh denilen mânevî terbiyecinin rehberliğinde Mutlak Hakîkat’i “İlm-el Yakîn” olarak bilişi, “Ayn-el Yakîn” olarak görüşü, “Hakk-al Yakîn” olarak da O’na erişi sembolize eder .
Kudümzenbaşının Devr-i Veledî’nin bittiğini îkâz eden vuruşları ile neyzenbaşı kısa bir taksim yapar ve âyin çalınmaya başlar. Semâzenler tek tek şeyh efendiden icâzet alıp, sema’a başlarlar .
Sema’, her birine “selâm” adı verilen dört bölümden oluşur ve semâzenbaşı tarafından idâre edilir. Semâzenbaşı, semâzenlerin dönüşlerini kontrol ederek intizâmı temin eder .
I.Selâm, insanın kendi kulluğunu idrâk etmesidir.
II.Selâm, Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifâde eder.
III.Selâm bu hayranlık duygusunun aşka dönüşmesidir.
IV.Selâm ise insanın yaratılıştaki vazîfesine yani kulluğa dönüşüdür. Çünkü İslâm’ da en yüce makam, kulluktur.
IV.Selâm’ın başlaması ile “postnişîn” yani şeyh efendi de hırkasını çıkarmadan ve kollarını açmadan sema’ a girer. Postundan sema’ meydanının ortasına kadar dönerek gelir ve yine dönerek postuna gider. Buna “Post Semâ’ı” denir. Bu arada IV.Selâm bitmiş, Son Peşrev ve Son Yürüksemâî çalınmış, son taksim yapılmaktadır .
Şeyhin posttaki yerini almasıyla Son Taksim de sona erer ve Kur’an-ı Kerîm’den bir bölüm yani “Aşr-ı Şerîf” okunur. Son dualar, Allah’ın adı olan “Hû” nidâları ile son selamlaşmalarla Semâ’ Töreni sona erer. Şeyh Efendi’den sonra semâzenler ve mutrıp da şeyh postunu selâmlayıp semâhâneyi terkederler .
MEVLEVÎ ÂYİNLERİ
1- Özellikleri
Kitabımızın asıl konusunu teşkîl eden Mevlevî Âyinleri, mevlevîhânelerde Sema’ Töreni (yani mukâbele) esnasında “mutrıb” denilen mûsikî topluluğunun çalıp söylediği, mevlevî bestekârlarca sema’a eşlik amacıyla bestelenmiş eserlere denir.
Tıpkı Sema’ Töreni gibi Mevlevî Âyini formunun da XV-XVI.yüzyıllarda kalıp halinde tespit edilip, günümüze kadar gelen son şeklini aldığı söylenebilir.
Mevlevî Âyinleri’nin önemli özelliklerinden biri farklı devirlerin ve farklı bestekârların eserlerinin bir araya getirilebilmesidir. XV veya XVI.yüzyılda bestelendiği sanılan Pencgâh Âyin-i Şerîf’in başında XIX.yüzyıl bestekârlarımızdan Neyzen Sâlih Dede’nin peşrevinin çalınması yahut bir âyinin başka bir âyinden alınan bölümlerle tamamlanması bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
Kendilerine has husûsiyetleri aşağıda açıklanacak olan bu eserlerin ana bölümleri Hz.Mevlânâ’nın Mesnevî, Dîvân-ı Kebîr ve Rubâiyyat’ından alınmış Farsça şiirlerinden bestelenir. Ender olarak bazı mevlevî şâirlerin şiirlerine de yer verildiği görülmektedir. Bunlar arasında Sultan Veled, Ulu Ârif Çelebi, Eflâkî Dede, Şeyh Gâlip, Molla Câmî, Şeyhî, Semtî, Gâvsî Dede sayılabilir.
Ayrı âyinlerde aynı güftenin yer aldığı da gözlenmektedir. Ama tüm âyinlerde Eflâkî Dede’ nin,
Ey ki hezâr âferin bu nice sultân olur,
Kulu olan kişiler, hüsrev ü hâkân olur
Her ki bugün Veled’e inanûben yüz süre,
Yoksul ise bây olur, bay ise sultân olur.
dörtlüğü mutlaka üçüncü selâmda yürüksemâî usûlünden bestelenmiştir. Ayrıca yine tüm âyinlerin IV.Selâm’ında (ki çoğunlukla II.Selâm ile aynıdır) Hz.Mevlânâ’nın meşhur,
Sultân-ı menî, sultân-ı menî
Ender dil ü cân îmân-ı menî
Der men bidemî men zinde şevem
Yek cân çi şeved, sad cân-ı menî.
Sultânımsın, sultânımsın,
Gönlümdesin, cânımdasın, îmânımsın.
İçimdeysen ancak ben dirilirim,
Bir cân ne demek, sen benim yüz cânımsın.”
dörtlüğü Ağır Evfer usûlünden bestelenerek kullanılmıştır. Tıpkı sema’ gibi Mevlevî Âyini de her birine “selâm” adı verilen dört bölümden oluşur. Başta çalınan Devr-i Kebîr usûlündeki peşrevler Türk Klâsik Müziği’ndeki Devr-i Kebîr peşrevlerden farklılık gösterir.
Mevlevî bestekârlarca Muzaaf Devr-i Kebîr adı verilen bu usûl iki Devr-i Kebîr’ in birleştirilmesinden oluşturulmuştur ve 56 zamanlıdır. Bu özellik peşrevin Sema’ Töreni kısmında anlatılan Devr-i Veledî’ye eşlik amacıyla olmasındandır. Nitekim Devr-i Kebîr usûlü, diğer usûllere göre Devr-i Veledî’ deki yürüyüşe en uygun olanıdır. Bu usûlde herhangi bir aksak bölünme olmaz.
İki Devr-i Kebîr’ in birleştirilmesinin sebebi ise daha uzun peşrevler bestelemek, böylece tekrarı azaltmak amacını güder. Çünkü âyin peşrevleri Devr-i Veledî tamamlanıncaya kadar bitince başa dönmek sûretiyle tekrar edilirler.
Devr-i Veledî’nin bitmesiyle peşrev durur. Burası peşrevin herhangi bir yeri olabilir. Bu sebeple bazı âyin peşrevlerinde karar bölümleri dahî yer almamıştır.
Mevlevî Âyinleri’nin I.Selâm’ı çoğunlukla Devr-i Revân, bazen de Ağır Düyek usûlleri ile ölçülmüştür. II. ve IV.Selâm’lar mutlaka Ağır Evfer usûlündedir. Âyinlerde bu usûle genellikle son beş zamanından girilir. Bazı âyinlerde bu iki selâm güfte ve melodi olarak birbiriyle aynı olabilmekte, bâzı âyinlerde ise melodi aynı kalırken güfte farklı olabilmektedir.
Mevlevî Âyinleri’ nin III.Selâm’ları en geniş ve sanatlı bölümleridir. Bu bölümde usûl geçkilerinin yanısıra çarpıcı makam geçkileri de görülür. III.Selâm genellikle 28 zamanlı Devr-i Kebîr usûlüyle başlar. Devr-i Kebîr yerine bazen Ağır Düyek, Frenkçin, Fahte, Çifte Düyek de kullanılmıştır.
III.Selâm’da bu ilk kısımdan sonra, aksaksemâî usûlünden bestelenmiş bir saz terennümü ile Eflâkî Dede’nin:
Ey ki hezâr âferîn bu nice sultân olur.
mısraı ile başlayan Türkçe dörtlük yürüksemâî usûlü ile bestelenir. Bunu aynı usûlden bestelenmiş saz terennümleriyle birbirine bağlanan güfteler izler, yürüksemâî hızlanarak devam eder, coştukça coşar...
Mevlevî Âyinleri’nin selâmları, Semâ’ Töreni kısmında belirttiğimiz selâmların mânâ ve tezâhürlerine uygun olarak, hatta bu duyguları oluşturacak nağmelerle bestelenmiştir.
Semâ’ Töreni’nin III.Selâm’ı Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında duyulan hayranlığın aşka dönüşmesiyle oluşan bir cezbe hâlini sembolize eder. Yani bir nevî mîrâc hâlidir. Mevlevî Âyinleri’nde de bu bölümler gittikçe yürüyen ritmlerle ve gittikçe yükselen perdelerle bestelenmiştir.
IV.Selâm ise insanın kulluğa dönüşünü ve kulluğunu idrâkini temsîl eder. Burada kullanılan Ağır Evfer usûlü ile melodi ve ritmdeki coşkunluk yerini kararlı bir huzûra bırakır.
IV.Selâm’dan sonra sazlarla icrâ edilen Düyek usûlünde bir Son Peşrev ve Son Yürüksemâî ile âyin sona erer.
Bu yapısı ile Mevlevî Âyinleri Türk Mûsikîsi’nin en büyük ve sanatlı eserleridir. Bu yüzden âyin bestelemek bestekârlıkta zirve kabûl edilir.
XV-XVI.yüzyıla ait “Beste-i Kadîm” adıyla tanınan ve bestekârları bilinmeyen Pencgâh, Hüseynî ve Dügâh Âyin-i Şerîflerden Pencgâh makamındaki âyin mevlevî bestekârlara tam bir numûne olmuştur ve tam bir bestekârlık âbidesidir. Daha sonra bestelenmiş ve bestekârı bilinen ilk âyin olan Köçek Derviş Mustafa Dede’nin Bayâtî Âyin-i Şerîf’î ise kendinden öncekileri gölgede bırakacak kadar üstün bir sanat eseridir.
Daha sonra Buhûrîzâde Mustafa Efendi (Itrî) tarafından bestelenen Segâh Âyin-i Şerîf’de Türk Mûsikîsi’nin şâheserlerindendir. Bestekârı bilinen bu ilk âyinlerden sonra günümüze kadar tespit edebildiğimiz kadarıyla 161 âyin daha bestelenmiştir ki, üç Beste-i Kadîm ile birlikte toplamı 166’ya varır. Bu âyinler içerisinde form ve üslûba uygunluğu tartışılabilecek olanları elbette vardır. Bunlar arasında merhum Hüseyin Saadeddin Arel’ in muhtelif makamlardan bestelediği 51 âyin pek çok münekkid tarafından kıymeti hâvî bulunmamaktadır. Günümüzde bestelenen âyinlerin çoğu da eleştirilere mâruz kalmaktadır. Biz böyle bir tartışmaya girmeden tamamını listelemeyi uygun görüyoruz.
MEVLEVÎ ÂYİNLERİ
(Bestelendiği Yüzyıllara Göre)
XVII.yüzyıl öncesi
1- Hüseynî Âyin-i Şerîf
Beste-i Kadîm
2- Dügâh Âyin-i Şerîf
Beste-i Kadîm
3- Pencgâh Âyin-i Şerîf
Beste-i Kadîm
XVII.yüzyıl
4- Bayâtî Âyin-i Şerîf
Derviş Mustafa Dede (Kûçek)
5- Segâh Âyin-i Şerîf
Buhûrîzâde Mustafa Efendi (Itrî)
6- Çargâh Âyin-i Şerîf
Kutbü’n Nâyî Osman Dede
7- Hicaz Âyin-i Şerîf
Kutbü’n Nâyî Osman Dede
8- Rast Âyin-i Şerîf
Kutbü’n Nâyî Osman Dede
9- Uşşak Âyin-i Şerîf
Kutbü’n Nâyî Osman Dede
10- Nühüft Âyin-i Şerîf
Eyyûbî Hüseyin Dede
11- Nihâvend Âyin-i Şerîf
Musâhib Ahmed Ağa
12- Hicaz Âyin-i Şerîf
Musâhib Ahmed Ağa
13- Sabâ Âyin-i Şerîf
Musâhib Ahmed Ağa
14- Bestenigâr Âyin-i Şerîf
Bursalı Âmâ Sâdık Efendi
15- Irak Âyin-i Şerîf
Abdürrahîm Dede (Hâfız Şeydâ)
16- Hicâzeyn Âyin-i Şerîf
Abdürrahîm Dede (Hâfız Şeydâ)
17- Isfahan Âyin-i Şerîf
Abdürrahîm Dede (Hâfız Şeydâ)
XIX.yüzyıl
20- Şevkutarab Âyin-i Şerîf
Ali Nutkî Dede
21- Sûzidilârâ Âyin-i Şerîf
Sultan III.Selîm Han
22- Yegâh Âyin-i Şerîf
Derviş Abdülkerîm Dede
23- Acembûselik Âyin-i Şerîf
Nâsır Abdülbâkî Dede
24- Isfahan Âyin-i Şerîf
Nâsır Abdülbâkî Dede
25- Hicaz Âyin-i Şerîf
Künhî Abdürrâhîm Dede
26- Nühüft Âyin-i Şerîf
Künhî Abdürrâhîm Dede
27- Sabâ Âyin-i Şerîf
Hammâmîzâde İsmâîl Dede
28- Nevâ Âyin-i Şerîf
Hammâmîzâde İsmâîl Dede
29- Bestenigâr Âyin-i Şerîf
Hammâmîzâde İsmâîl Dede
30- Sabâbûselik Âyin-i Şerîf
Hammâmîzâde İsmâîl Dede
31- Hüzzam Âyin-i Şerîf
Hammâmîzâde İsmâîl Dede
32- Isfahan Âyin-i Şerîf
Hammâmîzâde İsmâîl Dede
33- Ferahfezâ Âyin-i Şerîf
Hammâmîzâde İsmâîl Dede
34- Şedaraban Âyin-i Şerîf
Mustafa Nakşî Dede
35- Sûzinâk Âyin-i Şerîf
Hâşim Bey
36- Şehnâz Âyin-i Şerîf
Hâşim Bey
37- Sûzidil Âyin-i Şerîf
Nesîb Dede
38- Sûzinâk Âyin-i Şerîf
Dellâlzâde İsmâîl Efendi
39- Isfahan Âyin-i Şerîf
İsmet Ağa
40- Müstear Âyin-i Şerîf
İsmet Ağa
41- Rahatfezâ Âyin-i Şerîf
İsmet Ağa
42- Mâhur Âyin-i Şerîf
Ârif Hikmetî Dede
43- Hicazkâr Âyin-i Şerîf
Manisalı Câzim Dede
44- Yegâh Âyin-i Şerîf
Tanbûrî Kâmil Dede
45- Sûzinak Âyin-i Şerîf
Selânikli Derviş Necib Dede
46- Neveser Âyin-i Şerîf
Rifat Bey
47- Ferahnâk Âyin-i Şerîf
Rifat Bey
48- Şedaraban Âyin-i Şerîf
Neyzen Sâlih Dede
49- Yegâh Âyin-i Şerîf
Hacı Fâik Bey
50- Sûzinâk Âyin-i Şerîf
Hacı Fâik Bey
51- Hüseyniaşîran Âyin-i Şerîf
Ali Aşkî Efendi
52- Sûzidil Âyin-i Şerîf
M.Zekâî Dede
53- Mâye Âyin-i Şerîf
M.Zekâî Dede
54- Isfahan Âyin-i Şerîf
M.Zekâî Dede
55- Sûzinak Âyin-i Şerîf
M.Zekâî Dede
56- Sabâzemzeme Âyin-i Şerîf
M.Zekâî Dede
57- Nühüft Âyin-i Şerîf
Bursalı Osman Dede
XX.yüzyıl
58- Rahatülervah Âyin-i Şerîf
Ahmed Hüsâmeddin Dede
59- Dügâh Âyin-i Şerîf
Mehmed Celâleddin Dede
60- Bûselik Âyin-i Şerîf
Bolâhenk Nûri Bey
61- Karcığar Âyin-i Şerîf
Bolâhenk Nûri Bey
62- Acemaşîran Âyin-i Şerîf
Hüseyin Fahreddin Dede
63- Hüseynî Âyin-i Şerîf
Musullu Hâfız Osman Efendi
64- Yegâh Âyin-i Şerîf
Rauf Yektâ Bey
65- Sultâniyegâh Âyin-i Şerîf
Kâzım Uz
66- Bûselikaşîran Âyin-i Şerîf
Ahmed Avni Konuk
67- Dilkeşîde Âyin-i Şerîf
Ahmed Avni Konuk
68- Rûy-i Irak Âyin-i Şerîf
Ahmed Avni Konuk
69- Bayâtîbûselik Âyin-i Şerîf
Zekâîzâde Hâfız Ahmed Irsoy
70- Müstear Âyin-i Şerîf
Zekâîzâde Hâfız Ahmed Irsoy
71- Karcığar Âyin-i Şerîf
Râkım Elkutlu
72- Kürdîlihicazkâr Âyin-i Şerîf
Halepli Şeyh Ali Dede
73- Acemaşîran Âyin-i Şerîf I
Hüseyin Saadettin Arel
74- Acemaşîran Âyin-i Şerîf II
Hüseyin Saadettin Arel
75- Acemkürdî Âyin-i Şerîf I
Hüseyin Saadettin Arel
76- Acemkürdî Âyin-i Şerîf II
Hüseyin Saadettin Arel
77- Aşkefzâ Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
78- Besteısfahan Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
79- Bestenigâr Âyin-i Şerîf I
Hüseyin Saadettin Arel
80- Bestenigâr Âyin-i Şerîf II
Hüseyin Saadettin Arel
81- Bayâtî Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
82- Bûselik Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
83- Dilkeşhâverân Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
84- Eviç Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
85- Evcârâ Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
86- Ferahfezâ Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
87- Ferahnâk Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
88- Ferahnümâ Âyin-i Şerîf I
Hüseyin Saadettin Arel
89- Ferahnümâ Âyin-i Şerîf II
Hüseyin Saadettin Arel
90- Heftgâh Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
91- Hicaz Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
92- Hicazkâr Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
93- Hüseynî Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
94- Hüzzam Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
95- Isfahan Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
96- Karcığar Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
97- Kürdîlihicazkâr Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
98- Lâlegül Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
99- Mâhur Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
100- Müstear Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
101- Nevâ Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
102- Neveser Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
103- Nihâvend Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
104- Nikriz Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
105- Nişâbur Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
106- Nişâburek Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
107- Nühüft Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
108- Rahatfezâ Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
109- Rahatülervah Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
110- Rast Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
111- Sabâ Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
112- Segâh Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
113- Sultânîyegâh Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
114- Sûzidil Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
115- Sûzinâk Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
116- Şederaban Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
117- Şehnâz Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
118- Şerefnümâ Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
119- Şevkefzâ Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
120- Tâhir Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
121- Uşşak Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
122- Uzzâl Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
123- Yegâh Âyin-i Şerîf
Hüseyin Saadettin Arel
124- Rast Âyin-i Şerîf
Refik Fersan
125- Selmek Âyin-i Şerîf
Refik Fersan
126- Şevkefzâ Âyin-i Şerîf
Halil Can
127- Hisarbûselik Âyin-i Şerîf
Saadeddin Heper
128- Nikriz Âyin-i Şerîf
Hâfız Kemâl Batanay
129-Bayâtîaraban Âyin-i Şerîf
Cinuçen Tanrıkorur
130-Evcârâ Âyin-i Şerif
Cinuçen Tanrıkorur
131-Zâvilaşîran Âyin-i Şerîf
Cinuçen Tanrıkorur
132-Nişâbûrek Âyin-i Şerîf
Cinuçen Tanrıkorur
133-Ferahnâkaşîrân Âyin-i Şerîf
Doğan Ergin
134- ?
Bedri Noyan [51]
135- Nihâvend Âyin-i Şerîf
Kemâl Tezergil
136- Neveser Âyin-i Şerîf
A Necdet Tanlak
137- Tâhir Âyin-i Şerîf
A Necdet Tanlak
138- Eviç Âyin-i Şerîf
A Necdet Tanlak
139- Acem Âyin-i Şerîf
Alâeddin Yavaşça
140- Mâhur Âyin-i Şerîf
İrfan Doğrusöz
141- Muhayyersünbüle Âyin-i Şerîf
İrfan Doğrusöz
142- Segâh Âyin-i Şerîf
İrfan Doğrusöz
143- Nişâbur Âyin-i Şerîf
Cüneyd Kosal
144- Nevâ Âyin-i Şerîf
Ali Rıza Avni Tınaz
145- Sâzkâr Âyin-i Şerîf
Sâdun Aksüt
146- Hisar Âyin-i Şerîf
Fırat Kızıltuğ
147- Muhayyersünbüle Âyin-i Şerîf
Bekir Sıdkı Sezgin
148- Eviç Âyin-i Şerîf
Erol Sayan
149- Ferahfezâ Âyin-i Şerîf
M.Okyay Yiğitbaş
150- Şevkutarab Âyin-i Şerîf
M.Okyay Yiğitbaş
151- Bayâtî Âyin-i Şerîf
M.Okyay Yiğitbaş
152- Hüzzam Âyin-i Şerîf
M.Okyay Yiğitbaş
153- Şehnâz Âyin-i Şerîf
Mutlu Torun
154- Acemkürdî Âyin-i Şerîf
Zeki Atkoşar
155- Sazkâr Âyin-i Şerîf
Zeki Atkoşar
156- Mâhur Âyin-i Şerîf
Zeki Atkoşar
157- Uşşak Âyin-i Şerîf
Fâtih Salgar
158- Vecdidil Âyin-i Şerîf
Gürsel Koçak
159- Şehnâz Âyin-i Şerîf
Hasan Esen
160-?
İsmet Doğru [51]
Bestekârları yaşayan Âyin-i Şerîfler
Bestekârı Bilinmeyen Diğer Âyin-i Şerîf’ler (Üç Beste-i Kadîm’den Başka)
161- Muhayyer Âyin-i Şerîf
162- Canfezâ Âyin-i Şerîf
163- Baba Tâhir Âyin-i Şerîf
164- Eviç Âyin-i Şerîf
165- Bûselik Âyin-i Şerîf
166- Nevrûz Âyin-i Şerîf
2- Bestekârları
Mevlevî Âyini besteleyebilmek için iyi bir bestekâr olmak şarttır ama yeterli olmaz. Mevlevî Âyini Bestekârının âyin rûhuna ve üslûbuna uygun eser yapabilmesi için Hz.Mevlânâ’yı, Mevlevîliği ve Sema’ı iyi anlamış; kendinden önce bestelenmiş olan âyinleri iyi incelemiş olması gerekir. Bu şartlar sağlandıktan sonra Dîvân-ı Kebîr, Rubâiyyât ve Mesnevî’den kullanılacak usûllere ve anlam bakımından birbirine uygun şiirler seçilecek ve eser bestelenecektir.
Mevlevî Âyini bestekârları arasında yukarıda verdiğimiz listede en fazla dikkat çeken isim hiç şüphesiz Hüseyin Saadeddin Arel’dir. Yılmaz Öztuna’nın Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi’nde 700 kadar eseri kayıtlı olan ve daha çok nazariyatçı olarak tanınan son dönemin bu müzikolog bestekârının 51 âyininden tüm araştırmalarımıza rağmen yalnız Mûsikî Mecmuası’nın 154.sayısında neşrolunan Nikriz Âyin-i Şerîf’inin ve Karcığar Âyin-i Şerîf’inden küçük bir bölümünün notasını bulabildik. Bestekârın elimizdeki bu örnekleri incelendiğinde güfte ve usûl geleneğine uyulmadığı hemen göze çarpar. Ama dediğimiz gibi bulabildiğimiz örnekler çok azdır.
Türk Mûsikîsi’nin gelmiş geçmiş en büyük bestekârlarından biri olan Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi 7 Âyin-i Şerîf bestelemiştir. Bu eserlerin tamamı üstün bir müzikalite ve olağanüstü bir duyuş ürünüdür. Dede Efendi’nin tüm eserleri içerisinde en çok Hüzzam Âyin-i Şerîf’ini beğendiği rivâyet olunmaktadır ki, bu eser Türk Mûsikî Sanatı’nın en kıymetli eserlerindendir.
Kendisi de mevlevî olan Sultan II.Mahmud’un isteği üzerine son olarak bestelediği âyini olan Ferâhfeza Âyin-i Şerîf’i ise fevkalâde renklidir ve en çok sevilen âyinlerdendir.
Dede Efendi’nin öğrencilerinden M.Zekâî Dede de 5 âyin bestelemiştir. Bunlar arasında en beğenileni gerçek bir dehâ ürünü olarak nitelenen Sûzidil makâmındakidir.
Zamanının neyzenlerinin kutbu manasında “Kutbü’n Nâyî” ünvânıyla tanınan Osman Dede, son dönemin önemli bestekârlarından merhum Cinuçen Tanrıkorur ve günümüz bestekârlarından M. Okyay Yiğitbaş da dörder âyin bestelemişlerdir.
Musâhib Seyyid Ahmed Ağa, “Hâfız Şeydâ” adıyla tanınan Abdürrahîm Dede, İsmet Ağa, Ahmed Avni Konuk ile yaşayan bestekârlardan Zeki Atkoşar, Necdet Tanlak ve İrfan Doğrusöz ise repertuarımıza üçer âyin kazandırmışlardır. Ancak İrfan Doğrusöz’ün elimizde bulunan Segâh Âyin-i Şerîf’i bir çok sesli deneme olarak Türk Mûsikîsi ve Mevlevî Âyini rûhuna kanımızca hiç uygun değildir ve içinde Hz.Mevlânâ’dan hiçbir güfte bulundurmamakla geleneğe de uymamaktadır. Şüphesiz ki bestekârlıkta fazla eser bestelemekten daha önemlisi sanat değeri taşıyan eser bestelemektir.
Sultan III. Selîm yalnızca bir âyin bestelemiştir. Ama bu eseri Mevlevî Âyini repertuarının en kıymetli örneklerinden birisi olmuştur. Bunun gibi Hüseyin Fahreddin Dede’nin Acemaşîran Âyin-i Şerîf’i de tek âyinidir ve bir sanat âbidesidir.
Mevlevî Âyini bestekârları kronolojik olarak şöyle sıralanabilir:
MEVLEVÎ ÂYİNİ BESTEKÂRLARI
Doğumu
Ölümü
Derviş Mustafa Dede (Köçek)
?
1683 - 1684
Buhurîzade Mustafa Efendi (Itrî)
1630 - 1640?
1711 - 1712
Nâyî Osman Dede (Kutbü’ n Nâyî)
1642 - 1652?
1729 - 1730
Eyyûbî Hüseyin Dede
?
1735 - 1740?
Musâhib Ahmed Ağa (Seyyid-Vardakosta)
1726 - 1730?
1794 - 1795
Bursalı Âmâ Sadık Efendi
?
1780? - 1797?
Abdürrahîm Dede (Hâfız Şeydâ)
1725 - 1732?
1799 - 1800
Kudümzen Hâfız Ali Dede
?
1800?
Yahyaefendi Zâkirbaşısı
?
1800?
Ali Nutkî Dede
1762 - 1763
1804 - 1805
Sultan III. Selîm Han
1761
1808
Derviş Abdilkerîm Dede
?
1820?
Nâsır Abdülbâkî Dede
1765 - 1766
1820 - 1821
Künhî Abdürrahîm Dede
1769 - 1770
1831 - 1832
Hammâmîzâde İsmaîl Dede
09.01.1778
29.11.1846
Mustafa Nakşî Dede
?
1853 - 1854
Hâşim Bey
1814 - 1815
1868 - 1869
Nesîb Dede
?
11.11.1869
Dellâlzâde İsmâîl Dede
1797 - 1798
1869 - 1870
İsmet Ağa
?
1870
Ârif Hikmetî Dede
?
1874 - 1875
Menisalı Câzim Dede
?
1875?
Tanbûrî Kâmil Dede
?
1875?
Selânikli Derviş Necib Dede
?
1883
Rifat Bey
1820
1888
Neyzen Sâlih Dede
1823
1888
Hacı Fâik Bey
1831?
1890 - 1891
Ali Aşkî Efendi
1840?
1878 - 1892?
M. Zekâî Dede
1824 - 1825
25.11.1897
Bursalı Osman Dede
XIX.yüzyıl sonları?
Ahmed Hüsâmeddin Dede
1839 - 1840
1900 - 1901
Mehmed Celâleddin Dede
01.02.1849
01.06.1809
Bolâhenk Nûri Bey
1834
1910 - 1911
Hüseyin Fahreddin Dede
03.10.1854
16.09.1911
Musullu Hâfız Osman Efendi
1840
1918 - 1920?
Rauf Yektâ Bey
27.03.1871
08.01.1935
Kâzım Uz
21.02.1872
09.01.1938
Ahmed Avni Konuk
1871
19.03.1938
Zekâizâde Hâfız Ahmed Irsoy
1869
14.08.1943
Râkım Elkutlu
1872
04.12.1948
İzzeddin Hümâyî Elçioğlu
1875
03.10.1950
Halepli Şeyh Ali Dede
1880?
1950?
Hüseyin Saadeddin Arel
18.12.1880
06.05.1955
Refik Fersan
1893
13.06.1965
Halil Can
07.12.1905
24.05.1973
Saadeddin Heper
10. 05.1899
11.05.1980
Hâfız Kemâl Batanay
? . 02. 1893
22.06.1981
Cinuçen Tanrıkorur
? . 02. 1938
28.06.2000
Dipnotlar / Kaynaklar :
[1] Fürûzanfer, Bedîuzzaman, Mevlânâ Celâleddin, s.4
[2] Önder, Mehmet, Gönüller Sultânı Hz.Mevlânâ, s.11
[3] Eflâkî, Ahmet, Âriflerin Menkîbeleri, c.1, s.3
[4] Fürûzanfer, Bedîuzzaman, a.g.e. s.11-24
[5] Önder, Mehmet, Gönüller Sultanı Hz.Mevlânâ, s.11
[6] Fürûzanfer, Bedîuzzaman, a.g.e. s.34
[7] Fürûzanfer, Bedîuzzaman, a.g.e. s.34
[8] Hidâyetoğlu, A.Selâhaddin, a.g.e. s.5-6
[9] Fürûzanfer, Bedîuzzaman, a.g.e. s.75
Önder, Mehmet, Gönüller sultanı Hz.Mevlânâ, s.42
[10] Fürûzanfer, Bedîuzzaman, a.g.e. s.91
[11] Fürûzanfer, Bedîuzzaman, a.g.e. s.99
[12] Fürûzanfer, Bedîuzzaman, a.g.e. s.107
[13] Fürûzanfer, Bedîuzzaman, a.g.e. s.126
Hidâyetoğlu, A.Selâhaddin, a.g.e. s.13
[14] Fürûzanfer, Bedîuzzaman, a.g.e. s.138
Önder, Mehmet, Gönüller Sultanı Hz.Mevlânâ, s.84
[15] Fürûzanfer, Bedîuzzaman, a.g.e. s.149
[16] Fürûzanfer, Bedîuzzaman, a.g.e. s.155- 156
Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ Celâleddin, s.169
[17] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.351- 352
[18] Can, Şefik, Hz.Mevlânâ’ nın Rubâileri, c. 2, Rubâi No: 1311
[19] Hidâyetoğlu, A.Selâhaddin, a.g.e. s.20- 21
[20] Hidâyetoğlu, A.Selâhaddin, a.g.e. s.30
[21] Fürûzanfer, Bedîuzzaman, a.g.e. s.152
Hidâyetoğlu, A.Selâhaddin, a.g.e. s.17
[22] Önder, Mehmet, Mevlânâ’dan Güldeste, s.17
[23] Önder, Mehmet, Mevlânâ’dan Güldeste, s.63
[24] Önder, Mehmet, Mevlânâ’dan Güldeste, s.101
[25] Önder, Mehmet, Mevlânâ’dan Güldeste, s.117
[26] Önder, Mehmet, Mevlânâ’dan Güldeste, s.131
[27] Önder, Mehmet, Mevlânâ’dan Güldeste, s.147
[28] Can, Şefik, a.g.e., c.1, Rubâi No: 83.
[29] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.329- 340
[30] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.390- 395
[31] Özalp, Dr. M.Nazmi, Türk Mûsikîsi Beste Formları, s.49
[32] Özalp, Dr. M.Nazmi, Türk Mûsikîsi Beste Formları, s.49
[33] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.446- 454
[34] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.380- 384
[35] Nât-ı Şerîf 1640- 1712 tarihleri arasında yaşamış büyük bir Türk Bestekârı Buhûrîzâde Mustafa Efendi (Itrî)
tarafından bestelenmiştir.
[36] Çelebi, Dr. Celâleddin B., Geleneksel Semâ’ Törenleri (Broşür)
[37] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.370- 379
[38] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.464 (Halil Dikmen’in makâlesinden)
Tanrıkorur, Cinuçen & Barihüdâ, Kültür Bakanlığı Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu Semâ Gösterisi
Tanıtım Kitapçığı, s.2
[39] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.374
[40] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.374- 375
[41] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.375
Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlevîlik Âdâb ve Erkânı, s.78
[42] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.375
[43] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.375
[44] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.375
[45] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.375- 376
[46] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.376
[47] Çelebi, Dr. Celâleddin B., a.g.e.
[48] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.377
[49] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s.378- 379
[50] Mevlevî şâirlerin şiirlerinden başka Yunus Emre’nin
“Yar yüreğim yâr, gör ki neler var,
Yar yüreğim, del ciğerim, gör ki neler var,
Yâre haber var” dizeleri pek çok âyinde yer alır.
Tüm araştırmalarımıza rağmen Bedri Noyan ve İsmet Doğru tarafından bestelenen Âyin-i Şerîf’lere ulaşamadık.
Güzel sözlerinden birkaçı
Bismillah...
Bize, hak yolunu gösteren gerçek aşkın mahremi, dostu, aklını yitirmiş âşıklardan başkası değildir. Konuşan dile, kulaktan gayri müşteri, tâlib yoktur.
Aşk öyle bir alevdir ki parlayınca sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar.
Dildeşinden ayrı düşen yüz türlü nağmesi bile olsa, dilsizdir. Gül solup da mevsim geçince bülbülden nağme duyamazsın.
Kimin aşka eğilimi yoksa, kanatsız kuş gibidir.
Rahmet kapıları dilencilere hırslarından dolayı kapandı. Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zina artınca bulaşıcı hastalıklar artar. İçine gam ve kasvetten ne gelirse korkusuzluk ve küstahlığından gelir.
Her odunun kokusu dumanından çıkar. İnleme, hastalığın çeşidini ele verir.
Aşk, Allah sırlarının usturlabıdır. Dilin tefsiri pek aydınlatıcıdır. Fakat dile düşmeyen aşk, daha nurludur.
(Usturlab: Güneşin yüksekliğini ölçen alet)
Vakit keskin bir kılıçtır. Sufi, vakit oğludur. Yarın demez, anı değerlendirir.
Sırların gönülde kalırsa, muradın çabuk gerçekleşir. Tohum toprağa gizlenirse yeşerir.
Zahiri güzelliği ait olan aşklar aşk değildir. Onlar sonuçta utanç olurlar.
Cihan dağdır, yaptıklarımız ses. Başına gelenler o sesin yankısıdır.
Bu sıkıntılar çileler ocağın posayı gümüşten ayırması içindir. İyi ve kötünün imtihanı altının kaynatılıp, tortunun üste çıkmasıdır.
Dünya hissi cihanın, din hissi göklerin merdivenidir. Dünya hissinin sağlığını hekimden, din hissinin sağlığını
Muhammed’den iste. Dünya hissinin sağlığı vücut sağlığıdır. Din hissinin sağlığı arzuları öldürmektir.
İnsan tarafgirlik, hiddet ve şehvetten şaşı olur. Hiddet ve şehvet ruhu Hak’tan ayırır. Garez gelince, hüner örtülür.
Farenin şerrini def etmeden ambara buğday koyma.
Kalp huzuru olmadan namaz tamam olmaz.
Beden haset evidir.
Bu âlem canların hapishanesidir.
Nakış ve suret mânayı görmeyi engeldir.
Akıl ve zekâ kemale ermekle Allah’a varılmaz. Yöneticiler hediye ve ihsanını çokbilmişlere değil, önlerinde acizlenenlere verirler.
Mâna yüzünden yükselmek, temiz ruhlara nasiptir.
Kimde dert varsa o koku almış, dermana ermiştir. Kim daha çok uyanıksa, derdi daha fazladır.
Parçaların yüzü bütüne dönüktür. Bülbülün aşkı da güle.
Putların anası nefistir.
Ahat ve Ahmed’e yapış ki, beden ebucehilinden kurtulasın.
Allah bir kimsenin perdesini yırtmak isterse o kişiyi temiz insanları ayıplamaya sevk eder. Ayıbını örtmek dilerse o kimse ayıplı kimseler hakkında konuşamaz hale gelir. Yardım etmek isterse, ona dua ve yakarış kapısını açar.
Her ağlamanın sonu gülmektir.
Bazı öldürmeler hayat verir. Bahçıvan ağaçları budamasa dallar gelişir mi? Terzi kumaşı parça parça etmese elbise çıkar mı?
Akarsu nerdeyse orası yeşerir. Gözyaşı varsa rahmet gelecektir.
Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam Yaratıcı’nın emri ile tesir eder. Allah dilerse bizzat gam ve sıkıntı sana neşe bile olabilir.
Fakirlik korkusu insanları hırs ve emele lokma yapmıştır.
Dünya zindan biz mahpususuz; zindanı del kurtul. Ten bir gemi, dünya denizdir. Dünyayı tenine koyarsan, gemi batar. Ayaklarının altına al ki yüzüp gidesin.
Âlem cesettir. İlim can.
Üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran ve mezhebin.
Hikmet arayanlar: Hikmet kaynağı olur. Tahsilden ve sebebe bağlanmaktan kurtulur. Bilgileri hıfzeden levh, levhi mahfuz olur, akıl ruhtan feyz alır.
Heva (arzular) iman kapısının kilididir.
İçi kötü olanın ayıbını deri örter. İçi iyi olanın ayıbını gayb âlemi örter.
Kalemin su, kâğıdın rüzgâr ise ne yazarsan yaz kıymeti yoktur.
Manasız söz; suya yazılan yazıdır.
Gözün nuru gönül nurudur.
Kaza gelince bilgi ve tedbir uykuya yatar.
Allah insana akıbetine göre isim verir. Halk Ömer’i müşrik bilirdi.
Ama Allah ezelde onu mümin yazdı. Mümin oldu.
Kaza seni gece gibi sarsa da elinden tutacak olan yine odur. Seni emin kılmak için Allah’ın bela ile korkutmasını da bir çeşit yardım bil.
Sağlık; zıtların barışıdır. Aralarında savaş varsa bedene ölüm gelir.
Zalimin zulmü karanlık kuyudur. Sonunda içinde boğulur.
İnsanlardan gördüğün zulümler senin huyundur. Sen kendi huyunu onların aynasında seyredersin.
Ey gam ateşine dalan! Ateşe azar azar nur serp de nur olsun.
Dünya; dedikodu, tartışma ve bahis kuyusudur. Bu kuyuya düşersen sağlam çıkamazsın.
Üstünlükler ve durumların değişmesini Hak'tan bil.
Birkaç gün su içmeyi bırak. Ağzını ebediyet şarabına daldır ki hakikat içesin.
Cehennem bu nefistir. Bizim nefsimiz ateşten parçadır. Parça bütünü özler. Nefsin hedefi de ait olduğu cehenneme bizi çekmektir.
Ok gibi doğru olursan, hiçbir yay seni tutamaz. Hakça ol ki, nefis yayından hakikate fırla.
İnsan, gözden ibarettir. Göz ise dostu gören gözdür.
Hak’tan korkup takva yolunu tutandan cinler ve insanlar korkarlar.
Allah’ın yaratması bizim işlerimizi meydana getirir. Bizim işlerimiz Allah işlerinin eseridir.
Allah seni bezedi, nakşetti. Nakşı kıramazsan ruhu göremezsin. Allah’ın nakşını yine Allah’ın eliyle kır. Sevgilinin camına onun bahçesinden taş at.
Hürmet eden, hürmet görür.
Allah Âdem’e; "Senin suçunu da ben takdir ettim. Ama sen suçun tamamını üstüne alıp tövbe ettin.
"Niye, Rabbim bunu sen yaptırdın demedin" dedi. Âdem "korktum, edep dışına çıkamazdım" dedi.
Allah; "işte o edebin sebebi ile biz seni koruduk ve kayırdık" dedi.
Akıl hâkim iken Ömer’le Ebulhakem bir idi. Ömer can âlemine geçti Halife oldu. Ebulhakem akıl âleminde kaldı. Ebucehil oldu.
Kuran’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir.
Halk arasında meşhur olmak, sırlara ermeye engeldir. Şöhretten kurtulmaya bak.
Dostların sevgiliyi anması sevgiliye ne mutludur.
Allah’ım kahrına da, lutfuna da hakkı ile âşığız.
Dil çakmaktaşı ve demiri gibidir. Dilden çıkan ateş olur.
Şeker gibi söz söylemek istersen helva yemeği bırak, sabret. Feraset sahiplerinin hırsı sabra, çocukların hırsı helvayadır. Sabreden arşa çıkar, helva yiyen yerde kalır.
Kâmil insan toprak tutsa altın olur, eksik insan altın tutsa toprak olur.
Söze kulaktan gir.
(Önce dinle)
Âdem Allah’ın azabından ağlamakla kurtuldu.
Helal lokma, nuru ve olgunluğu arttırır. İlim, hikmet, aşk, incelik helal lokmadan doğar. Lokma tohumdur; mahsulü fikir. Lokma denizdir; incisi fikir.
Ağızdan bir kere çıkan söz; yaydan çıkan ok gibidir.
Canını yak ki, tenin aydınlansın.
Padişahlar önlerinde eğilene ikram ederler. Çok bilenlere değil.
Kim seviyorsa, bil ki seviliyordur.
Susuzlar suyu arar, su da susuzları.
Âşıkların hayatı ölümdür. Gönül , gönül verilerek alınır.
Ucuz kazanan, ucuz verir. İnci çocuğun eline geçerse onu bir somun ekmeğe satar.
İki deniz olan gözlerin incilerle dolsun istersen, gam toprağından gözüne sürme çek de ağla.
Dünyanın lütfu ve yaltaklanması hoş bir lokmadır. Ama az ye. Çünkü o lokma ateştendir.
Nefis övüldükçe firavunlaşır. Alçakgönüllü ol, büyüklenme.
Yusuf gibi güzel olamadıysan bari Yakup gibi ağlamayı öğren.
Niyaz ve yoksullukta ölü gibi ol.
Nebi; "bahar yelinden yararlanın, güz yelinden sakının" dedi. Güz; nefis ve hevadır. Bahar akıl ve ruh. Güz şeytanı fısıldar. Bahar ise Evliya sözüdür.
Bu âlemin direği gaflettir. Akıllılık ve uyanıklık öbür âlemdendir. Bunlar sana galip gelirse bu âlem gözünde alçalır.
Akıllılık güneş, hırs buzdur. Akıllılık su, dünya kirdir.
Hangi renk camdan bakarsan güneşi o renkte görürsün. Camı kır ki nur görünsün.
Allah kimi kendine davet ederse, o kişi dünya işlerinden vazgeçmeye başlar.
Geçmişe üzülmek, gelecekten tedirgin olmak, Allah’la arandaki perdedir. O perdeyi ateşe at ki ardından Allah görünsün.
Aşığın vergisi, can vermektir. Hak uğruna ekmek verene ekmek verilir. Can verene can katılır.
Sel ister bulanık olsun, ister saf olsun madem ki geçicidir, onu konuşarak vakit öldürme. Dünya malı sele benzer.
Mal ve para külah gibidir. Külaha keller sığınır.
Yoksullar mal ve mülkün ötesinde Allah’tan pek büyük rızık alırlar. İnsanlar onları anlamaz, sözlere değer vermez.
Peygamber "fakirlik övüncümdür" dedi.
Yoksulluğa sabret, gam ve kederi bırak artık. Yüce Allah’ın ululuğu yoksulluktur.
Benim sözlerim can memesinde süttür. Emen olmadıkça güzelce gelmez. Dinleyen susuz ve arayıcı olursa vaiz ölü de olsa söz söyler.
Aşağılık kişi yücelerin düşmanıdır.
Allah kadını erkeğe yoldaş yarattı. Âdem nasıl olur da Havva’dan ayrı kalır. Görünüşte su, ateşten üstündür. Görünüşte erkek kadına üstündür. Ama gerçekte su, ateşe konunca fokur fokur kaynar. Gerçekte erkekler mağluptur. Mağlupluk muhabbet vesilesi olacaksa ne mutlu mağluplara!
Sevgi ve merhamet, insanlık; hiddet ve şehvet, hayvanlıktır.
Barış dalgaları gönül kirlerini giderir. Sevgi acıları tatlıya çeker. Sevgilerin aslı hak yola gitmektir.
Sıradan otlar, bir ayda yetişir. Gül yetiştirmek istersen bir yıl bekleyeceksin.
Su korukta ekşidir, üzümde tatlı olur, şarapta haram olur, sirkede helal olur.
Görünüşteki iyilikler, gizli sevgilerin alametidir.
Akrabalık sevgiyi bildirir.
Sevgi, insanı kör ve sağır eder.
Gözlerini heva ve hevesten yum.
Yoksulluk aynadır. Yoksula olan tavrına göre kendini gör. Cimri misin cömert misin anlarsın.
Herkes Hakk’ı işitemez. Her kuş bütün inciri yutamaz.
İstetmeden vermeye bak.
Yöneticilerin huyu halka tesir eder. Gökyüzü yeşil ise, yer yeşerir.
Gökyüzü kara ise yere yıldırımlar yağar.
Deniz; ölüyü üstünde taşır, diriyi boğmak ister. Nefis sıfatlarını öldür ki hakikât sırlarını denizi seni üstünde taşısın.
Manâ kapısını tıklatırsan, açarlar. Fikir ve mantık kanadını terk et ki, sırların şahini olasın.
Görüntü ibadete engeldir. Görüntüyü bırakmaya bak.
Gam ve kederin anahtarı sabırdır. Endişe etmekten sakın, sakin ol. İlacın başı perhizdir. Düşünce ve mantık perhizi yap ki, can kuvvetini göresin. Kaşınmak uyuza ilaç olmaz,sadece kaşıntıyı artırır.
Yürü, kork ve kötüleri az kına. Allah takdirinin tuzağına karşı aczini bil.
Süslenen kişi, kendini göstermek ister. Ahirete dünyadan ibadet süsü sürmemişsen kendini Allah’a nasıl göstereceksin!
Çiçek dökülünce meyva çıkar. Ten harap olunca can görünür.
Heva ve hevesle az dost ol.
Aslanlığına güvenme. Ümit gölgesine sığın
Dünya malı Allah’ın tebessümüdür. Ona bak ama, sarhoş olacak kadar değil.
Hayallerimiz geniş, dünya dardır. Hayale fazla dalma, sıkıntın artar.
Akıllı kişi sıkıntı çekerken, harap olanlardan ders alır.
Aslana ancak akılsızlar yiğitlik taslar.
Görüntüden geçip gönlünü arıtan, gayb sırlarına ayna olur.
Başına gelen eziyetler artıyor değil mi? Buğdayı başak olsun diye toprağa attılar. Değirmende un olsun diye ezdiler. Ekmek oldu. Dişleri ile ezdiler. Ezil ki can olasın. Can veresin.
Varlık yoklukta görülür. Zenginin cömertliği yoksul varsa anlaşılır.
Noksanını gören, Allah’a kanatlanır. Kendini olgun sanan yerde kalır.
Kasırga, ağaçları yerinden söker. Ama alçak otlara şifadır. Gönül, sende Allah’a karşı ot gibi mütevazı ol da rahmete eresin.
Faziletin mihrabı şüpheli işten kaçınmak ve dünya sevgisini azaltmaktır.
Heveslerinden kurtulan kişi buluğa ermiştir. Milletin çoğu ise halen çocuktur. Vehim, fikir, duygu, çocukların tahtadan atıdır. Sen ilim atına bin. İlim, gönül ehline küheylan olur, beden ehline yük olur.
Kendini kendinden arıt ki, içindeki pak seni göresin.
Vücut ana gibi ruha gebedir. Ölüm ruhun doğumudur.
Zindandan kurtulmak istersen sevgiliye baş eğ.
Ümit ve korku perdesini yırtarsan gayb alemi bütün ihtişamı ile karşına çıkar.
Sözden el çek ki, Allah sende Ledün ilmini meydana çıkarsın.
İyilikte ve kötülükte her insanın kendisine benzer melekten bir arkadaşı vardır.
Ateşten yaratılanlar, topraktan yaratılana düşmandır. Ateş suya, su ateşe düşmandır. Ateş heva, su ise dindir. Din ehlini, kin ehlinden ayır. Hak’la oturanı arabul da onunla otur.
Olayları yorumlama. Kendini yorumla. Kendine kötü de, ama gül bahçesine kötü deme. Hilm (yumuşaklık) kılıcı düşmanları yener. İlim suyu toprağı yeşertir.
Allah’a kul ol, tene memur olma.
Hışım, şehvet ve hırs rüzgârı namaz ehli olmayanları siler süpürür.
Arzulara kul olan, Allah katında köleden beterdir.
Bazı suçlar ve günahlar rahmet ve kurtuluş sebebidir. Ömer Peygamber’i öldürmeye geldi. İman etti. Âdem yasak meyve yedi. Kulluk ve dünya hayatı başladı.
Amaca sabırla varılır. Acele ile değil.
Öte âleme bağ olan şeyler; ağız ve boğazdır. Onları kapa da ötelki alemleri gör.
Bâki nur, bu aşağılık dünyanın ardındadır. Unutma ki; süt de kan nehirlerinin içinden akarak saf oldu.
Bir akıl başka bir akılla birleşirse, kötü söz ve kötü işe engel olmuş demektir. Nefis başka bir nefsle dost olursa, akıl işe yaramaz hale gelir. Akıl başka akılla birleşti mi yol görünür, nefs başka nefsle birleşti mi yol kapanır.
Bilgiyle uyumak, uyanıklıktır.
Ruh, ilim ve akılla dosttur.
Hayvan padişahın mevkiini bilebilse, öküzle eşek de Allah’ı görürdü.
Sabır, kurtuluşun anahtarıdır. Sabır, gözün perdesini açar; gönlü yarar açar. Gönül saf hale gelince de toprak ve su haricinde suretler görürsün.
Güzel; güzeli sever.
Can aynası, ancak sevgilinin yüzüdür.
Mal çöptür. Ama boğazına da bir takıldı mı âb-ı hayatı içmene engel olur.
Nice dualar vardır ki; helak olmanın ta kendisidir. Onun için Allah kabul etmez onları.
İnsanların çoğu; insan yiyicidir. Selam verseler de pek emin olma.
Aslan gibi avını kendin avla. Yabancının yaltaklanmasını, akraba desteğini falan unut.
Kimsesiz olmak; adam olmayanların işve yapmasından daha iyidir.
Tene yağlı ballı şeyleri verdikçe cevherini gelişmiş göremezsin.
Temiz söz hakikatten uzak olanlara tesir etmez. Çarpık ayakkabı çarpık ayağa uyar. Doğru olmayan gönüllere de şeytanın efsun ve efsanesi uyar.
Dini, babadan bedava miras olarak buldun. Onun için şükürden baş çevirirsin. Mirasyedi, mal kıymetini ne bilsin!
Ben birisini ağlatırsam rahmetim coşar, ağlayıp taşan kişi de rahmete erer.
Birine bir şey vermek istemezsem, o isteği ona göstermem.
Rahmetim ağlamalara bağlıdır. Kul ağladı mı rahmet denizi dalgalanmaya başlar.
Şehirler diridir. Kalıba bakma sen, onlar da hisseder.
Gönlüne geçim kaygısını az koy. Eğer Hak kapısında isen korkma, ikram edilirsin.
Beden, ruha otağdır.
Dal, ağlayan buluttan yeşerir. Mum ağladıkça aydınlık artar.
Gözün, aklın ve kulağın saf olsun dilersen; tamah perdesini yırt.
Afetsiz, felaketsiz hiçbir köşe yoktur. Allah’ın halvet yerinden başka hiçbir yerde dinlenme ve rahat yoktur.
Sabır, güzel hayallerle tatlılaşır.
Kurtuluş ümidi imandan gelir.
Sen mekânsın. Ama aslın mekânsızlıktır. Bu dükkânı kapa da ötekisi açılsın.
Kim seni Hak’tan, hakikatten soğutursa bil ki; şeytan içindedir.
İnsanlardaki güzellik, altın yaldızdır.
Eşeğin varsa mutlaka semer de olur. Canın var ise ekmek az çok gelir korkma.
Tenini geliştirip de sonra “İnsanlar bana hased ediyor” diyen yanıldı. Hasedci içinde a ahmak!
Nefsini öldürürsen, özür dilemekten kurtulursun.
Allah seni çirkin yaratmış olabilir. Bari ahlakını güzelleştir de hem yüzü hem huyu çirkin olmaktan kurtul.
Bu dünyada en iyi ehliyet, iyi huydur.
Fazileti ve mahareti kenara at. Hak yolda iyi huy ve hizmet fayda verir.
Demirciler demir döverler. Demir kıpkırmızı olur da silah olur işe yarar.
O demir, meşakkat çeken fakirdir.
İnsan; dilinin altında gizlidir. Dil, can kapısına perdedir. Rüzgâr eserse perde açılır, içi görünür.
Halk kendinden gafildir. Herkes önce kendi kusurunu görebilse ıslah edicilere ihtiyaç kalır mıydı? Kendi yüzünü görmek herkese nasip olmaz. Gören, Hak nurunu görür.
Her şey, neye layıksa ona dönüşür.
Her hünerin aslı, hayal ve düşüncedir.
Kötü huylu güzel yüz, sahte paraya benzer.
Sevgilinin huzurunda tedbir almayı bırak. Hoş, sana tedbir aldıran ya da aldırmayan da O zaten.
Şehadet mümine hayat, münafık için çürüme ve ölüm.
Her canın gıdası farklıdır. Öküz şekerden ne anlar?
İnsanın asıl gıdası Allah nurudur.
Her şey bir şeyle buluşur da hayat bulur. Erkek kadınla buluşur çocuk olur, toprak bulutla buluşur bereket olur.
Yeşilliğe bakanın gamı gider.
Nice kişiler surette kaldı, özü göremedi. Göz aslında bir yağdır; gönülle birleşirse nur olur. Sen gözü gönülle destekle de nuru gör, sureti aş.
Her kötü huyunu diken bil. Kaç kere ayağın yaralandı da fark etmiyorsun.
Cömertlik; şehvet ve lezzetleri terk etmektir. Şehvet yüzünden düşen kalkamaz, hiç unutma.
Heva ve hevesi bırakmak sağlam bir iptir. Buna tutunup arşa çıkarsın.
His nuru insanı aşağı çeker, Hak nuru yukarı.
İhlasa eren kurtulur. Hiçbir ekmek tekrar buğday olmaz, hiçbir ayna tekrar teneke olmaz. Öyleyse ihlas makamına ermeye bakmak. Erdin mi geri inmezsin korkma.
Güzele eş olan kurtuldu. Kara odun ateşe eş oldu aydınlık geldi. Ölmüş buğday (ekmek) cana eş oldu hayat geldi.
Hıristiyanların cehaletine bak ki; asıldı dedikleri İsa’dan medet umarlar. Bizim İsa’mız diri.
Haset, pusuya yatmış kurttur.
Bedene hangi huy galip ise hüküm onundur. Maden içinde altın fazla ise altın sayılır, bakır fazla ise bakır sayılır. Sevabın fazla olsun ki; mümin diye hüküm verilsin.
Öküz nefsini öldür de gizli ruh dirilsin.
Zina edenler avret yerleri kokarak, şarap içenler ağızları kokarak haşrolacaklar.
Dost, altın gibidir, bela da ateşe benzer. Halis altın ateş içinde saf hale gelir.
Gaybı bilen Allah’ın has kulları kalb casusudur. Has bilgi almak istersen o casuslarla irtibata geç.
Sevgiden acılar tatlı, bakır altın olur. Sevgiden ölü dirilir. Sevgi, bilgi neticesidir. Noksan bilgi, aşk doğurmaz.
Aklın özelliği sonu görmektir. Sonu görmeyen akıl ise nefsindir.
Bir yandan korku, bir yandan ümidin varsa iki kanatlı olursun. Tek kanatlı uçulmaz zaten.
Can İbrahim’i olursa onu ateş yakar mı?
Hile eden, hile bulur.
Allah hükmeder dilediğini yapar. Bazen derdin kendisi bile şifa olur.
Tevbe de elde değildir. O nasip ederse tevbe edersin.
Tevbe tohumunu gözyaşı ile sulamazsan rahmet meyvesi nasıl beklersin.
Akılsız dost, düşman demektir.
Âşıkların şeriatı da mezhebi de Allah’tır.
Karalanmış tahtaya yazı yazılmaz. Bil ki, Allah’ın bela vermesi ve seni ağlatması rahmet yazısı yazmak için kalp tahtanı temizlemesi demektir.
Kim altına ve gümüşe ermiş ise bil ki, kazanma zahmetine katlanmış demektir.
Ay, ancak geceleyin cilve eder. Sevgiliye gece git.
“Akıllının düşmanlığı cahilin sevgisinden yeğdir” der Hak Peygamber.
Kötü zan, insana güçlü bir engeldir.
Gönül aynan saf olmadıkça çirkini güzelden ayıramazsın.
İblis Adem’e secde etmiş olsaydı; Adem, Adem olmazdı.
İhsan etmek kine merhemdir.
Cemaate dost ol. Kervan kalabalık ise eşkıyanın cesareti kırılır.
Miractan maksat, Dost’u görmek idi. Bu arada arş da görüldü melekler de.
Gönül uykuda penceredir. Uyanık rüya görenler ise ariflerdir.
Ağrı, sızı ve hastalık hazinedir. Deri yırtıldı mı iç tazelenir.
Akıl, başka bir akılla kuvvet bulur.
Anaları ağrı tutmasa, çocuk doğmaz. Bu gönül gebedir, ağrısı bela. Nasihatler de ananın ebesi.
Allah’ın feyzine geç mazhar oldu isen üzülme. Bil ki, O ihmal etmez, imhal eder.
(Mühlet verir, zamanı vardır.)
Ateşe mensup nefsi gül bahçesi yap. Vefa tohumunu ek de zikir ve tesbih bülbülleri ötüşmeye başlasın.
Kahırla lütuf birbirine eştir. İkisinden rahmet doğar.
Sevdiğin şeyler, seni kör ve sağır eder.
Gönül yalan sözden ferah bulmaz. Yağa su karışırsa kandil güzel aydınlatır mı?
Halk, arzu ve heva sarhoşudur.
Kasıtsız olmak bilgisizi âlim yapar, kasıt ve garez bilgiliyi zalim yapar.
Avamın ibadeti havâsın günahıdır.
Dostlarla olunca acı yemiş bile hoş olur.
Yemin, yalancıların siperidir. Doğrular buna ihtiyaç duymaz ki.
Hak olmadıkça batıl anlaşılmaz.
Allah Kadir gecesinde gizlidir.
Korku, açlık, mal azlığı ve hastalık can hazinesinin ortaya çıkması içindir.
Söz manaya yetmez. Söz hesaba benzer. Hesap güneşe bizi ne kadar yaklaştırır ki? Allah’ı bilenin dili kapanır, gönlü manaya açılır.
Oltadaki et, balığın canını almak içindir. Onu ihsan sanan helak oldu.
Başkasının ayıbını söyleyen, onu mutlaka görecek demektir.
Allah merhamet etti de bize Nuh ve Hud kavminin helâkini örnek yaptı. Biz ibret alalım diye onları kahretti. Ya tersini yapsaydı?
Ekmeğim yok diye ağlayan! Mademki Allah merhametli diye inandın, korku niye?
Yunus balık karnında pişti. Yunus tesbihle karaya çıktı. Sabretmek canın tesbihidir. Sabır sırattır, geçerken sızlanma, nasıl olsa yolun cennete çıkacak.
Dünya hikmeti zannı ve şüpheyi artırır, din hikmeti kişiyi arşa çıkarır.
Ahir zamanın adi ukalaları kendilerini evvelki alimlerden üstün görür.
Fikir ona derler ki; bir yol açsın. Yol ona derler ki; Allah’a varsın.
Duygu koyunlarını Allah yaylasında otlat ki, hakikât bahçesine gidebilesin.
Söz yuva gibidir, Manâ kuş gibi. Cisim ırmaktır, ruh su gibi.
Nefs Nemruttur. Ateş yakar onu. İbrahim nefsi öldürdü ateş yakmadı.
Kılavuz yolcuya gerek, menzile varana kılavuz gerekmez.
Her şey zıddı ile anlaşılır.
Karalanmış kağıtta yazı okunmaz, beyaz kağıtta okunur. İçini arıt da nur görülsün.
İçsiz tohum fidan olmaz, zevksiz ibadet fayda etmez.
Güneş ışığı pisliğe düşmekle değerini yitirmez.
Kibir ve kinin başlangıcı şehvettir.
Büyüklenmek zehirdir.
Şehvet yılanını hemen ez ki, büyüyüp başına ejderha kesilmesin.
Yoldaşını çok övme, ayrılık gelir.
Anne yavrusuna süt vermek için çocuğu çağırsa çocuk delil ister mi, güvenerek hemen koşar. Peygamber anadır, hâlâ sözlerinde delil ve mantık mı ararsın?
Kıssa ölçektir, mana içindeki buğday. Akıllı olan, taneyi alır ölçeği almaz, ona takılmaz.
Aralarında sözden eser yok, ama Bülbülle Gülden ne maceralar dinlersin ibret alırsın!.
Gönlü açık olanın, eli de açık olur.
Sirkeyi ısıtsan bal olmaz, balı ısıtsan sirke olmaz.
Uzağa bakış kör eder. Adam sarayda uyur, sarayı görmez. Yakına bak da gör kendindekini. Gök gürlemesi, susuzun başını ağrıtır. Bilmez ki rahmet gelecek.
Her mizacın mayası, anasıdır.
Âlemde her şey bir şeyi yemektedir. Âlem adeta, yenen ve yiyenden ibarettir.
Toprak yağmuru yer, meyveler yetişir; insan meyveleri yer de can hayat bulur. Fakat yeni bir can ve bakışa sahip olmak için bazı yemeleri terk etmen gerekir.
Bebek memeyi ve sütü bırakırsa önüne meyveler ve enva-i çeşit yemeklerden oluşan bir sofra açarlar. Sen de lokma yemeyi azalt da can sofrana farklı bir âlemden taamlar açılsın.
Âlemin sonu yoktur, âleme âşık olanların da... O âlem ehli ise ebedidir ve hep bir aradadır.
Tamah, kulağa bir şey duyurmaz. Garez, göze perde olur.
Âleme tamah edersen, öte âlemi duyacak ne kulağın, ne de görecek gözün olur..
Peygamber, baştan başa kulaktır, gözdür.
Ömrün, altın kesesine benzer; gece-gündüz de para sayan adama.
Eski ve tecrübe görmüş akıl; sana yeni bir baht bağışlar.
Kibir-hırs ve şehvet kokusu, söz söylerken ağzında soğan gibi kokar. O koku yüzünden duan reddedilir. O kalp, o koku ile içini dışına vurur.
Sözün eğri özün doğru olursa, o söz eğriliği Allah’a makbuldur.
Eğer duada güzel bir nefese sahip değilsen, var yürü de hoş nefesli bir dosttan dua iste.
Allah adı temizdir. Temizlik gelince pislik pılını pırtısını toplar gider. Gün parladı mı gece kaçar. Allah adını ağzına al da gamın ve kederin kaçıp gitsin.
Yalvaranın "Allah" demesi Allah’ın "buyur kulum" demesidir.
Kötü yaratılışlı kişi Allah’a yalvaramasın diye Allah ona dert keder vermez. Unutma, Firavun’un başı bir kez bile ağrımadı.
Dert; Allah’ı gizlice anmana vesile olacaksa tüm dünya malından yeğdir. Dertsiz dua soğuktur. Dertli dua gönülden, aşktan gelir.
Sabır; sıkıntıların anahtarıdır.
Pusudan sabır ve ihtiyat etmeksizin kurtulamazsın. Sabır, ihtiyatın eli ayağıdır.
İhtiyatsızlık, tedbirsizlik; pişmanlıktır.
İyilik ettiğin kişinin şerrinden sakın.
Sohbet var; keskin kılıca benzer, bostanı, ekini kış gibi keser biçer. Sohbet var; ilkbahar gibidir, her tarafı yapar, sayısız meyveler bitirir.
Tedbir ve ihtiyat bastonun yoksa, bari gözü gören birine tutun.
İsa Nebi’nin ibadet yeri, gönül ehlinin sofrasıdır.
Hırsız mal çaldı mı içini bir sıkıntı kaplar. Bu mazlumun ahının tesiridir.
İnsan yazın kışı ister, kışın da yazı... Bir hale katiyen razı olmaz, ne darlıktan hoşlanır, ne genişlikten ve boşluktan. Rahata erdi mi de inkâra sapar. Geberesi insan, efendisine ne kadar da nankördür.
Seni dostundan ayıran sözü dinleme.
Gökten yeryüzüne ne yağarsa yer ne kaçabilir, ne de çare bulabilir. “Sizi topraktan yarattık” ayetini unutur da Hak’tan gelene öfkelenirsin. Topraksın, arştan gelenden kaçamazsın. Toprak gibi razı ve mütevazı ol.
Kaza ve kader felekten baş çıkardı mı, akıllıların hepsi kör, sağır olur.
Kaza ve kaderden, yine kaza ve kadere kaçan kurtulur.
Bir dertlinin dert ve elemini dinlemek ona verilecek en büyük zekâttır.
Dertli kişinin tereddüt ve elemle dolu gönül evi vardır. Onu dinlemek, o eve pencere açıp havalandırmak demektir.
Tereddüt, hapis ve zindandır. Ruhu çeker de bir yana yönelmesine engel olur.
Gamdan sevinmeye çalış. Gam, vuslat tuzağıdır. Bu yolda aşağıya düşüş aslında hakikate yükseliştir. Gam bir hazinedir. Senin zahmet ve meşakkat çekişinse maden... Gam derdine düşen, madeni kazmaya başlamıştır. Azimle kazan, ulaşır defineye.
Dostlar!.. Gönül, eminlik ve huzurdur.
Acı; tatlı dudakların tesiri ile tatlılaşır. Diken, gül bahçesi nedeni ile gönül çeker hale gelir.
Suretten geçerseniz, her şeyde sevgiliyi görürsünüz. Mecnun bir köpeğe iltifat ediyordu. Halk onu kınadı. Mecnun “Siz anlayamazsınız bu, Leyla’nın semtinin köpeğidir, onda ben sevgilimi gördüm” dedi.
Kılavuzsuz yola gidene iki günlük mesafe yüz yıl olur.
Hırs sahibi, mahrumdur.
Boğaz nimet yerse, yüz utanır.
Dosttan gelen bir cefa; yabancının üç yüz bin cefasından daha ağırdır.
İnsanların uğradıkları bela ve mihnet, dikkatli bakarsan alışmadıkları şeyden meydana gelir
Temiz kişilerin toprağını öpmek; aşağılıkların taht ve bahçesine oturmaktan iyidir. Gönlü aydın bir ere kul olmak, Padişahın başında tac olmaktan yeğdir.
Doğruluk ve yanıp yıkılmışlık Veli âdetidir. Utanmazlık da her aşağılık kişinin sığındığı bir sanattır.
İmtihan içinde imtihan vardır. Derlen toplan da ufak bir imtihanda satma kendini.
Ya doğru ol, doğruluğunu göster; yahut sus da merhamete eriş, sonra coş.
Allah “beni çağırdın mı suçlu da olsan, putperest de olsan icabet ederim. Onun için duadan hiç çekinme, hiç usanma, dua nihayet seni nefsinden kurtarır” demiştir.
Mal yılandır, onda ne zehirler var.
Tatlı suyu tatmadıkça, acı su insanın gözünde nur gibi görünür.
Allah “Allah’ın inayetine erenler, yeryüzünde yavaş ve mülayim yürürler” buyurdu.
İnciler deniz dibinde taşlarla karışık dururlar. Övülecek şeyler, ayıplar arasındadır.
Takdirle savaşa girişen, ona baskın yapmaya kalkışan baş aşağı gelir, kendi kanına bulanır. Yer göğe düşmanlık etmeye kalkışırsa, çorak kalmaya mahkûmdur.
Arayan; ister yavaş gitsin ister hızlı, aradığına mutlaka ulaşır.
İnsan rahat ve geçim için yılanlar arar durur. Gamdan kurtulmak için gam yer durur.
İnsan duygudan çıkmadıkça, gayb âlemine tamamen yabancıdır.
Nefsin ejderhadır. Öldü sanma, uykuya dalar o. Dertten eline fırsat düşmediği için uyur. Derdin bitince çıkar hemen. Hüner; dertsizken de nefsi uykuda tutmadadır.
Nefsi uykudan şehvet güneşi uyandırır. Yüzünü ört onun da, şehvet güneşi onu uyandırmasın.
Sıkıntıdan kurtuluşa giden gizli yol, o sıkıntının içindedir.
Hüner ve marifette ileride olanlar, manâca geridedirler.
Ad-san sahibi olmazsan, insanlar arasında kaybolurum sanma. Defineyi açık ve meşhur yere koymazlar.
Şehirlerde ad ve san sahibi olmazsan Allah kullarının halini daha iyi bilirsin.
Geçmiş ve gelecek insana göredir. Yoksa hakikat âlemi birdir.
Akılla hüneri sat da, hayran olmayı satın al.
Süt emen bebek sütten kesilince yer gıdası almaya başlar. Sen de yerin gıdalarından kesil de arştan gelen kalp gıdalarını almaya başla.
Gönül ehli değilsen uyanık ol da bir gönül iste. Mücadeleye başla.
İnsan önce bir kadını sever. Ama vuslata erince kadın gözünde basitleşir. Vuslat; kadını yaratan Allah’a varmaktır.
Allah hükmüne âşık olan nurlanır, yaratıklara âşık olan ise kâfir olur.
Dudak kuruluğu suyu haber verir. Bu eziyet ve susuzluk; suya vuslatın alametidir. Bu aramak; kutlu bir iştir. Hak yolundaki bu isteğin engellerini giderir. İstek; dileklerin anahtarıdır.
Padişah tarafından kabul edildikten sonra, ona mektup yazmak, elçi koymak ayıptır. Huzura kabul edilmeye bak.
İnsan cansız şeylerin Allah’ı zikrini inkâr eder. Ateş canlı bir kul olmasa İbrahim’i yakmayacağını nasıl bilebilirdi? Ateş itaat etti Rabbine de yakmadı Halil’i.