Makedonya Türkleri
Makedonya
Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan ve Bulgaristan arasında yer alan ve denize ulaşımı olmayan bir kara devleti olan Makedonya, Orta Vardar adı verilen vadinin iki yakasında uzanır. Nüfusunun % 60'ı şehirlerde yaşamaktadır. 1990'a kadar Yugoslavya'ya bağlı özerk bir cumhuriyet statüsü taşıyan Makedonya, bağımsızlığını bu tarihte kazandı. Ancak Yunanistan'ın karşı çıkması yüzünden adının BM tarafından tescil edilmesi 3 yıl zaman aldı. Makedonya denilen coğrafya, bugün üzerinde Makedonya Cumhuriyeti'nin kurulu bulunduğu coğrafya ile sınırlı değildir. Tarihî Makedonya topraklarının 34.177 km2'lik parçası bugün Yunanistan sınırları içindedir. Bu topraklarda 2 milyonu aşkın Makedon yaşamaktadır.
Makedonyalılar ile Yunanlıların aynı kökten geldiği, genelde kabul edilen görüş olmakla birlikte; bazı tarihçiler Makedonların, Bulgarlarla irkî bağı olduğunu kaydetmektedirler. Makedonya'da bilinen ilk hakimiyeti M.Ö. 725'de Argead Hanedanından Birinci Perdikas kurdu. Böylece Makedonya Krallığı'nın temelini atan bu hanedan, Yunan asıllı değildir. Bölge, Milattan önce 513'ten MÖ. 479'a kadar Perslarin işgalinde kaldı. Milattan önce İkinci Filip'in kral olmasıyla Makedonya güçlenmeye başladı. İkinci Filip'ten sonra, 334-323 yılları arasında Makedonya Kralı olan Büyük İskender döneminde ülke sınırlarına Yunanistan, Anadolu, İran, Suriye ve Mısır katıldı. İskender, Türkistan ve Hindistan'a da girdi. Büyük İskender'in yerine MÖ. 323'te kral olan IV. İskender'i öldüren kumandan Antigonos Kiklons, Makedonya Krallığı'na geçerek yeni bir hanedanı başlattı.
Roma İmparatorluğu'na MÖ. 168'de yenilen Makedonya, bu imparatorluğun hakimiyetine girdi. Roma egemenliğinden sonra Miladî 9'uncu yüzyılın birinci yarısında Slav istilasına uğradı. Bunu Bulgar istilası takip etti. 1014'de Bizans tarafından yıkılan Bulgar İmparatorluğu ile birlikte Makedonya da Bizans İmparatorluğu'nun egemenliğine girdi. Bu durum, Müslüman Türkler Balkanlara gelinceye kadar devam etti. Makedonlar, 867-1057 yılları arasında Bizans Devleti'ne sekiz imparator ve iki imparatoriçe verdi. Dördüncü Haçlı seferi sırasında, 1204-1224 yılları arasında Makedonya'da Latin Krallığı kuruldu. Fakat ülke 1230'da Bulgarların, 1280'de de Sırpların egemenliğine geçti.
Başkent Üsküp dışında Manastır, Kalkandelen, Prilep, Resne, Ohri, Kumanova ve Struga gibi şehirleri olan Makedonya, tarihte önemini hiç yitirmemiş bir coğrafya üzerinde bulunmaktadır. Osmanlı devleti, ilk defa Orhan Gazi döneminde Rumeli'ye ayak bastı. Makedonya'ya ilk Osmanlı akını 1324'te yapıldı. Şehzâde Süleyman Paşa komutasındaki akıncılar, aralıksız yaptıkları akınlarla Selanik'e kadar ilerlediler.
Sultan I. Murat, 1362'de Edirne'yi ele geçirip Osmanlı devletinin başkenti yaptıktan sonra Macar Kralı I. Layoş komutasındaki birleşik Balkan ordusuna karşı 1364'de kazanılan Sırpsındığı savaşının ardından Türklerin Balkanlardaki varlığı tescillenmiş oldu. Sırp-Bulgar güçlerine karşı 1371'de kazanılan Samaku savaşının ardından bir yıl sonra Makedonya ve Sırbistan hükümdarlarına karşı kazanılan Çirmen savaşından sonra Yanbolu, İslimye, Samaku, İhtiman, Karınova, Aydos, Burgaz, İskeçe, Drama, Kavala, Serez, Avrathisarı, Vardır Yenicesi gibi şehirlerin fethiyle 1373'te Rumeli Beylerbeyliği kuruldu. 1389'da Sırp Kralı I. Lazar'a karşı kazanılan Kosova Savaşı'ndan sonra Balkanlar tümüyle Türk egemenliğine girmiş oldu. Bınırları Tuna nehri kıyılarına dayanan Osmanlı devleti karşısında Balkanlarda kafa tutan tek güç olarak Macaristan kaldı. Türklerin Balknlardaki varlığını pekiştiren savaş ise 1396'daki Niğbolu savaşı idi. Ankara savaşının ardından başlayan Fetret Devri'nde, Makedonya'nın kimi şehirleri Osmanlı'nın elinden çıkarken ülkenin birliğini yeniden sağlayan Sultan I. Mehmed döneminde buralar geri alındı. Balkanların tamamen Türk egemenliğine girmesi ise 1448'de Haçlı Ordusu'na karşı kazanılan II. Kosova savaşı ile oldu. Bundan sonra elde edilen topraklara süratle Türk nüfus göç ettirilmeye başlandı. Zaman içinde o hale geldi ki, Makedon nüfusu göçmen Türklerin altına düştü.
Makedonya ismi siyaset alanına 1876'da İstanbul Konferansı'nda imzalanan anlaşmayla isminden bahsedilmeden girdi. Avrupa ülkelerinin Rumeli için öngördükleri reform programı Makedonya'yı da kapsıyordu. Selanik, Manastır ve Kosova'ya atfen Vilayet-i Selase adı da verilen Makedonya, reform yapılması şartıyla Türk egemenliğinde bırakıldı. Çözüm gibi görünen bu durum vaziyeti iyice karmaşıklaştırdı.
Bir yandan Bulgarlar, bir yandan Sırplar, bir yandan da Yunanlılar Makedonya'yı parçalamak için bekliyordu. Bulgarlar, Ege denizine çıkmak için, Sırplar Selanik'i işgal etmek için ve Yunanlılar sınırlarını daha da kuzeye çıkartmak için Makedonya'yı istiyordu. Dolayısıyla bu ülkelerin üçü de Mekadonların kendilerine akraba olduğunu savunuyorlardı. Bu yüzden bölge, 1901'e kadar tam bir komitacılar arenasına döndü. Osmanlı'nın kurduğu iç örgütle Bulgar, Sırp ve Yunan komitacılar çarpışıyor, bunlar ayrıca birbirleriyle kapışıyordu. Sultan II. Abdülhamit tarafından Rumeli Vilayetleri Hakkında Talimat başlığıyla hazırlanan reform planı, hem Bulgaristan, hem de Avusturya-Macaristan ve Rusya İmparatorluğu'nu rahatsız etti.
1903 yazında Makedonya kanlı bir ayaklanmaya sahne oldu. Ayaklanma bastırıldı ama Makedonya'nın Osmanlı'dan kopartılması için de her türlü girişim başlatıldı. Yürürlüğe konulan reform programının takibi, Alman, Fransız, İtalyan, İngiliz ve Rus müfettişlere bırakılırken vergi toplama işi de Osmanlı Bankası'na terkedildi. II. Abdülhamit'in baskılarına boyun eğmesine itiraz eden İttihat ve Terakki Cemiyeti, Sultanı vatana ihanetle suçladı. Genç subaylardan Koloğası (Resneli) Niyazi ve Binbaşı Enver dağa çıkıp çetecilik faaliyetine başladı. İttihat ve Terakki Cemiyeti denetimindeki Manastır Ordusu ayaklandı. Karışıklıklar öylesine yaygınlaştı ki, II. Abdülhamit 23 Temmuz 1908'de II. Meşrutiyet'i de kabul etmek zorunda kaldı.
Bir yandan Arnavutluk, diğer yandan Trablusgarp ayaklanmasıyla uğraşan Osmanlı Devleti, Birinci Balkan Savaşı sırasında Yunan, Sırp, Bulgar ve Karadağ kuvvetlerinin istilasına uğrayan Makedonya'yı tamamen elinden çıkarttı.Birinci Balkan Savaşı'ndan sonra ele geçirdikleri Makedonya topraklarını paylaşma konusunda anlaşamayan Balkan devletleri birbirleriyle savaştılar. 1913'teki II. Balkan Savaşı'nın ardından 10 Ağustos 1913'te imzalanan Bükreş Anlaşması'yla Makedonya'nın Selanik dahil kıyı bölgesi Yunanistan'a, iç bölgesi Sırbistan'a katıldı. İkinci Balkan Savaşı'ndan yenik çıkan Bulgaristan Strumica vadisini aldı. 1941 yılında Almanya'nın yanında yeralan Bulgaristan, Makedonya'nın Yugoslav ve Yunan bölgelerini topraklarına kattı. Savaştan sonra ise aldıklarının hepsini geri verdi. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Yugoslavya Federasyonu içinde özerk Makedonya Cumhuriyeti kuruldu.
1990 yılına kadar Özerk bir cumhuriyet olarak Yugoslavya Federasyonu çatısı altında yer alan Makedonya, Tito'nun ölümünün ardından parçalanma sürecine girer Yugoslavya ile yollarını ayırdı. Topraklarında yaşayan Arnavut ve Sırplara rağmen bağımsızlık kararı için 8 Eylül 1991'de referanduma giden Makedonya, % 90 halk desteği ile bu kararı onayladı. Aynı yıl 16 partinin katılımıyla seçim yapıldı. % 27.5 oyla Makedonya Milliyetçi Partisi birinci çıkarken cumhurbaşkanlığına da Kiro Gligorov seçildi.
Makedonya'nın nüfusunun % 67'sini Makedonlar, % 19.8'ini Arnavutlar, % 4.5'ini Türkler, % 2.3'ünü Sırplar, % 2.3'ünü Çingeneler, % 2.1'ini Boşnaklar ve 2'sini diğer etnik gruplar oluşturuyor. Ancak resmî rakamların Türk nüfusunu 80 bin civarında göstermesine karşılık Türk topluluğu önderleri bu rakamın 150-200 bin dolayında olduğunu belirtiyor. Ülke halkının çoğunluğu Hristiyan olmakla birlikte Makedonya'da çok sayıda Müslüman ve küçük bir Yahudi cemaati bulunuyor.
Üsküp
Makedonca "Skopiye" denilen Üsküp, Makedonya Cumhuriyeti'nin başkentidir. Vardar nehrinin kıyısında bulunan kentin nüfusu 1990 itibarıyla 504 bindi. Ancak Bosna-Hersek'ten sonra Kosova'da meydana gelen kargaşa sırasında şehir, çok büyük miktarda göç aldı.
Antik Skupi şehrinin yerinde, İlliryalılar tarafından MÖ. 5'inci yüzyılın sonunda kurulduğu belirtilen Üsküp, MÖ. 168 yılında Romalıların eline geçti. MS. 395'de Bizans İmparatorluğu'nun payına düşen Üsküp, 8'inci yüzyılda yine bir Türk imparatorluğu olan Avarlarla tanıştı. Onları 9'uncu yüzyılda bir başka Türk devleti olan Bulgarlar izledi. 11'inci yüzyılda yeniden Bizans imparatorluğu'nun yönetimine giren Üsküp, 14'üncü yüzyıla gelindiğinde "Skopiye" adıyla Sırp krallığının başkentliği görevini yaptı.
Üsküp'ün Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altına girmesi ise 1389'da oldu. Bu tarihten itibaren bir sancak merkezi yapılan Üsküp, Fatih Sultan Mehmet tarafından Rumeli Beylerbeyiliği'ne bağlı eyalet merkezi yapıldı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde önemli bir yönetim ve ticaret merkeziydi. ancak, Osmanlı Devleti dönemine ilişkin izlerin bir bölümü, özellikle 1963'te 2 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan büyük depremde yok oldu ki, Üsküp'ü modern bir şehir görünümüne büründüren girişimler de bu tarihten sonra başladı. Şehire demir-çelik, kimya, tekstil, gıda sanayii fabrikaları kuruldu.
1683'te başarısızlıkla sonuçlanan II. Viyana kuşatmasından sonra Avusturyalıların işgaline uğrayan şehir kalesi 1689'da General Piccolimini tarafından yıktırıldı.1690 yılında tekrar Osmanlı topraklarına katılan Üsküp, Osmanlı İmparatorluğu Avrupa ve Balkan coğrafyasında eski etkinliğini yitirdiği için yavaş yavaş önemini kaybetti. 1863'te Nişle birleştirilerek vilayet merkezi yapılan Üsküp, 1869'da İşkodra'ya bağlı bir vilayete dönüştürüldü. 1881'de bir ara ayaklanan Arnavut milliyetçilerinin eline geçen Üsküp, 1888 yılında Kosova vilayetinin merkezi yapıldı. Kosova Valisi Mazhar Bey'in Üsküp'ü yeniden imar etmek içi Kosova vilayeti sınırları içinde gümrük vergisi uygulamasına geçmesi, halkın isyanına neden oldu. kanlı sokak çatışmaları, Padişah V. Mehmed Reşad'ın 1911 yılında Kosova gezisine çıkmasıyla durdu.
1912'de başlayan Birinci Balkan savaşında Sırpların eline geçen Üsküp, o tarihten itibaren Osmanlı devleti egemenliğinden çıktı. 1915'te Bulgarlar tarafından Sırplardan alınan Üsküp, Birinci Dünya Savaşı sonlarında, Fransız birlikleri tarafından Bulgarlardand alındı. İkinci Dünya Savaşı'nda Alman ve Bulgarlar tarafından işgal edilen şehir, 1944'de Partizanlar tarafından geri alınarak Yugoslavya bütünlüğü içindeki yerini aldı. Tarih boyunca toprakları Yunanlılar, Bulgarlar, Arnavutlar ve Sırplar arasında pay edildiği için tarihsel sınırlarının bugün küçük bir parçasında kalan Makedonya'nın başkentliği görevini yürüten Üsküp, Yugoslavyşa Federasyonu döneminde tarihteki önemini koruyamadığı için varlığını mütevazi bir şehir olarak bugünlere kadar getirdi.
Manastır
Makedonyalıların bugün "Bitola" diye isimlendirdiği kente Osmanlı İmparatorluğu döneminde, çevresindeki manastır kalıntılarından ötürü "Manastır" adı verildi. Bizans İmparatorluğu döneminde şehir, Balkanların dağlık bölgelerinden gelen ve Selanik'i Adriyatik denizine bağyalan eski Roma yolu üzerinde önemli bir konaklama merkeziydi.
Osmanlı devletinin topraklarına katılması, Sultan I. Murat döneminde oldu. 1378'de Kara Timur Paşa tarafından ele geçirilen şehir, Rumeli eyaletine bağlı bir sancak merkezi yapıldı. Balkanların dağlık bölgelerine yapılan seferlerde, müstahkem bir üs olarak kullanıldı. Tanzimat Fermanı'nın ilanından sonra, Makedonya'yı oluşturan üç vilayetten (Vilayet-i Selase) birisi olan Manastır, aynı zamanda Üçüncü Ordu'nun da merkezi yapıldı.
Üçüncü Ordu'nun merkezinin Manastır'a alınmasıyla birlikte, şehire bir çok okul yaptırıldı. 1982'de yatılı okula dönüştürülen Manastır Askerî İdadîsi de aynı dönemde açıldı. Mustafa Kemal'in 1895'ten itibaren okuduğu Manastır Askerî İdadîsi Osmanlı devletinin kaderinde önemli roller üstlenecek kişileri yetiştirdi.
20'inci yüzyılın başlarında dönemin en modern şehirlerinden birisi haline gelen Manastır, 33 yıl Osmanlı devletini yöneten Padişah II. Abdülhamit'e karşı oluşan muhalefet hareketinin askerî kanadının toplandığı yere dönüştü. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin yayın organı Neyyir-i Hakikat Gazetesi de burada yayımlandı. 1908'deki II. Meşrutiyet ilanına yol açan gelişmeler de burada başladı. Birinci Balkan Savaşı sırasında 18 Kasım 1912'de Sırpların eline geçen şehir, 10 Ağustos 1913'te Bükreş'te imzalanan anlaşmayla resmen Sırbistan'a bırakıldı.
Manastır'da, Osmanlı'dan günümüze ulaşan eserlerin başında; saat kulesi, 16'ıncı yüzyılda yapılan Yeni Cami, İshakiye Camii, Manastır Bedesteni, tarihî Postahane ve Manastır Askerî İdadîsi binası bulunuyor. Diğer taraftan bugün müze olarak kullanılan Manastır Askerî İdadîsi binasında, bir de "Atatürk Anı Odası" açılmış durumdadır. Bina girişindeki tabelada; "Çağdaş Türkiye'nin yaratıcısı ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk 1898 yılında Askerî İdadî'yi bu binada bitirdi" ibaresi yer alıyor.
Ohri
Makedonya'nın Arnavutluk sınırında bulunan ve kendisiyle aynı ismi taşıyan gölün kıyısında kurulu bir şehirdir. 26.400 nüfusa sahip olan şehir, antik Liknidos şehrinin yerinde kuruldu. 9'uncu yüzyılda rahip Clemens ve Naum tarafından Hristiyanlık merkezi haline getirilen şehir, 997'de 1018'e kadar Patriklik Merkezi olarak kullanıldı. Bu tarihten 1767'ye kadar bağımsız başpiskoposluk olarak varlığını sürdürdü.
Ohri, Sultan I. Murat döneminde, 1385 yılında Çandarlı Hayrettin Paşa tarafından Osmanlı devleti topraklarına katıldı. Manastır vilayetine bağlı bir sancak merkezi yapılan Ohri, Arnavutluk içlerine düzenlenen saldırılar için üs olarak kullanıldı.1464'te Osmanlı devletine karşı ayaklanan Arnavut kökenli İskender Bey tarafından ele geçirilmeye çalışılan şehir, 1788'de Avusturyalıların işgal girişimine direndi. Balkanların tarihsel sürecini aynen yaşayan Ohri, Birinci Balkan Savaşı sırasında Sırp ve Karadağ askerleri tarafından ele geçirildi. 1913'teki Londra Andlaşmasıyla da Sırbistan'ın egemenliğine bırakıldı.
Uzun süre Türk hakimiyetinde bulunan Ohri'de, Osmanlı döneminden kalan bazı eserler halen ayakta. Bunlardan bazıları; Haydar Paşa Camii, Kuloğlu Camii, Hacı Hamza Camii, Halvetî Tekkesi, Ali Paşa Camii, Hacı Durgut Camii ve restore edilmiş bir hamam.
Nüfus çoğunluğu Müslüman Arnavutlardan oluşmakla beraber Ohri ve çevresindeki köylerde halen çok sayıda Türk yaşıyor. Kentteki Türkler son derece duru bir Türkçe konuşmakta.
Şehirle aynı adı taşıyan Ohri Gölü'nün şöhreti kentinkini geçmiştir. Arnavutluk ile Makedonya sınırında yer alan ve Türkler tarafından Ohri olarak isimlendirilen göl, Makedonlarca Ohrid olarak isimlendirilmektedir. Deniz seviyesinden yüksekliği 698 m. olan Ohri Gölünün alanı 367 kilometrekare ve en derin noktası da 286 metredir.
Makedonya ve eski Yugoslavya'nın turizme açılabilen nadir su kaynaklarından olması dolayısıyla Ohri Gölü, çok sayıda turistin ilgisini çekmektedir. Bu da Ohri ile birlikte hemen yakınındaki Struga'yı ciddi birer turizm kenti haline getirmektedir.
Vardar
Vardar (Vâr-dâr veya Vár-dár), Makedonya'nın Ege denizine dökülen en büyük ırmağının, Köprülü'nün göneyinde Gradsko civarında ve Hırvatistan'da Osyek'in Kuzeydoğusunda bir köyün, Karadağ'da ise Nikşiç'in Doğusunda bulunan 926 rakımlı bir tepenin adıdır. Görüldüğü ibi bu ad bir toponomastik terimi olarak bir ırmağa, bir tepeye ve iki köye verilmiştir.Vardar adına sadece Makedonya'da, Hırvatistan'da ve Karadağ'da rastlanmaktadır. Bu adın Slavlardan çok önce Makedonya ve Balkan yarımadasının diğer yerlerinde iskân eden Hun veya Avar Türkleri tarafından verildiği tahmin edilmektedir.
Atalarımız Orta Asya'dan Batı'ya veya başka taraflara göç ettikleri sırada yeni fethettikleri ve yerleştikleri topraklara anavatanlarında bıraktıkları antroponimleri, toponimleri, hidronimleri, oykonimleri ve diğer adları verdiler. Antroponimlerden en çok Attila, Tarkan, Bayan, Kubrat, Teteven, Tervel, Tutrakan, Telerig, Kuman, Kumana, Mavragan, Omurtag, Sarakina ve diğer, toponimlerden ise en çok Dervent Derbent, Gerdap ,Girdap, Demirkapı, Vardar, Morova, Baykal, Veles, Velesnitsa Veles, Rese, Kumanova, Kumaniçevo, Bor, Peçenetsi, Tetova, Karasu, Kazan, Aksu, Balkank, Şar, Şara, Şardağı, Lika, Tetova, Karasu, Kazan, Aksu, Balkan, Şar, Şara, Şardağı, Lika, Banat, Baniya, Kula, Maydan, Maydanpek, Bagat, Karlobag, Bakır, Moghor, Gostivar, Daruvar, Byelovar, Vukovar, Vasvar, Barvar, Radika, Jupa, Jupanya, Ban, Banoniva, Kunova, Şid, Şarkamen, Şarbanovats, Şarbani, Kumane, Şarbanovtsi, Gillan ve diğer. Görüldüğü gibi bu Türk toponimlerinin bazılarına çeşitli ekler ulayarak onları Slavlaştırmaya çalışmışlardır. Mesela, Dervent, Gerdap, Valesnitsa, Kumaniçevo, Peçenetsi, Jupanya, Banovina, Şarkamen, Şarbanovats, Maydan, Kula ve diğer olduğu gibi Vardar kelimesine Orta Asya'da veya Orta Asya'dan Avrupa'ya kadar uzanan topraklarda rastlanmaktadır.
Vardar ırmağının adı ilk defa 1020 yılında Bizans kaynaklarında Vardarios olarak geçmektedir. Bu ırmağın adı Vardarios olarak 1079 yılında Bizans komutanı ve veliahdı Aleksiy Komnen'in anılarında da geçmektedir. Aleksiy Komnen anılarında aynen şöyle demektedir: "1079'da Strymon ırmağının Batısına geçtikten sonra önce Ustrumca ve Karadağ arasında bulunan bir boğazı geçtik ve daha sonra yerli halkın Vardarios dediği bir ırmağa ulaştık. Yeni Mizya denilen dağdan kaynayan bu ırmak Üsküp, iştip ve Ustrumca arasında bulunan derbendlerden geerek güneyde Veriya ve Selanik arasında bir hududu çizdikten sonra Ege denizine dökülmektedir."
Vardar kelimesiyle ilgili toponomastik biliminde çeşitli açıklamalara ve tezlere rastlanmaktadır. Yunanlılar, Vardar ırmağına eski Makedonyalılardan kalan ve değerli bir şey veya hızlı akar, hızlı yürür anlamlarında olan Axiós adını vermişlerdir. Ancak onlar, Vardar'a "-ios" ekini ulayarak Vardarios şeklinde de kullanmaktadırlar.
Arnavut müellifi Kemal Murati, Vardar adının Hind-Avrupa dillerinde karası anlamında olan Bardouarios: Uardarios: Svvarddos veya Sordos'dan geldiğini öne sürmektedir. Vardar adının Ohri gölünden akar Karadirim ve Kosova'da bu ırmağa akan Akdirim ırmaklarıyla ilgili olduğunu söylemektedir. Bu müellif Yunanca Axiós kelimesinden karasu anlamını da çıkarmaktadır.Avar Türklerinin köleleri ve hizmetçileri olarak Makedonya'ya ve Balkan yarımadasının diğer yerlerine inen Slav kabileleri, Vardar ırmağına bazen büyüksu demişlerdir. Onlar, bu kelimeyi en çok Treska nehri için kullanmışlardır. Ancak onlar, Vardar ırmağına Slavca bir isim bulamadıklarından ötürü, günümüze kadar bu nehir için sadece Vardar adını kullanmak mecburiyetinde kalmışlardır.
Vardar ırmağının ismi XIII. asırda yaşayan Sırp müellifi Domentiyan'ın seerlerinde de Vardar olarak geçmektedir. Sırp Çarı Stephan Duşan bir konuşmasında Vardar kelimesinin yerine asılsız olarak Aya Gregoriye veya Büyüksu kelimelerini de kullanmıştır. Vardar ırmağının geçtiği yerlerde Slavlar bu nehire Büyüksu dememektedirler. Diyenler varsa da bu isim kesinlik kazanmamış ve benimsenmemiştir. Çünkü Vardar'ın kaynadığı Gostivar'da bu nehre sadece Vardar denilmektedir. Bu ismi orada yaşayan Türklerden başka Arnavutlar, Makedonlar, Kıptîler ve diğer milliyetler de kullanmaktadırlar. Slavlar ise Büyüksu veya Velika reka adını bugün çok nadir olarak Treska nehrinin yukarı havzası için kullanmaktadırlar. Bu nehre, Vardar'a döküldüğü yerde ise sadece Treska veya Treska nehri diyorlar.
Görüldüğü gibi Slavlar da Vardar ırmağına Slavca bir isim bulamamışlardır. Onlar, Vardar'a bazen büyüksu anlamında olan Velika reka demişlerdir. Ancak onu standartlaştırmamışlardır. Slav halkı bu kelimeyi benimsememiştir. Bu halk başlangıcından günümüze kadar Vardar'a sadece Vardar demiştir. Bu kelime onların yayınlanmamış veya yayınlanmış arşiv belgelerinde, anılarında, edebiyatlarında, literatürlerinde, sanatlarının her dalında, folklorlarında, müzik folklarlarında, sosyo-ekononik, kültürel, siyasî ve hayatlarının diğer kesimlerinde iyice yerleşmiştir.
Vardar, Türkçe bir kelimedir. Hun veya Avar Türklerinden kalan bir isimdir. Kalkandelen-üsküp, Üsküp-Köprülü- Köprülü-Tikveş ve Tikveş-Gevgili arasındaki derbentlerle ilgisi olsa gerek. Çünkü Vardar, Gostivar civarında bulunan Vurutok'ta kaynaklanmakta ve adı geçen derbendlerden geçmektedir.Vardar ırmağına bu adı çok büyük bir ihtimalle Gostivar Türkleri vermişlerdir. Bu kelime vâr-dâr veya vár-dár şeklinde yazılan bileşik bir isimdir. Ancak, "var"ın "-dâr" yani var+(-dar) morfemiyle türetilmesinden de meydana gelmiş bir kelime olması mümkündür. Hun veya Avar Türkçesi'nden Macarca'ya intikal etmiş "vár" kelimesinin anlamı "kale"dir. Türkçe'de "var" kelimesi, mevcut, kâinatta veya düşüncede yer alan, yok karşıtı veya elde bulunan her şey anlamında değildir.
Arapça'dan Türkçe'ye intikal eden "vâr" keimesinin sözlükte çok anlamları vardır:
1. Düşmanın gelmesi beklenebilen yollar üzerinde, askerî önem taşıyan şehirlerde, geçit veya dar boğazlarda yani derbentlerde güvenliği sağlamak için yapılan kalın duvarlı, burçlu, mazgallı yapı.
2. Çok büyük sağlam yapı.
3. Kendisine güvenilir güçlü kimseyi içinden fethetmek davasını karşı tarafta birinin yardımıyla kazanmak.
4. Kale, hisar.
5. Askerin talim veya savaşta arkaları birbirine gelmek üzere dört saftan ibaret bir kare meydana getirerek aldığı vaziyet.
6. Kalabend (Arapça): kaleye bağlanmış, bir kale içinde yaşamaşya hüküm giymiş olan ve diğer anlamlar gibi.
Farsça'da benzetme edatı olan "-vâr"ın sözlükteki anlamları ise şunlardı:
1. Benzetme edatı, gibi Âvâre-vâr: Âavâre gibi; bülbül-vâr: Bülbül gibi.
2. Kerre, defa: Yek-vâr: Bir kerre, bir defa.
3. -li: Ümid-vâr: Ümitli.
4. Malik, sahip: Mâl-vâr: Mallı, mal sahibi, zengin.
5. Lâyıklık, uygunluk anlatır: Gûş-vâr: Kulağa takılmaya lâyık küpe ve diğer anlamları gibi.
Türkçe'de "dar", içine alacağı şeye oranla ölçüleri yetersiz olan, geniş ve bol'un karşıtını ifade eden bir kelimedir. Fransız müellifi E. Benveniste ise Latince'deki "habeo" yardımcı fiilinden MÖ. Anadolu dillerinde, Soğdca'da, Almanca'da, Kuzeybatı Hind-Avrupa dillerindeki "avoir" ve Ortaçağ Farsçasındaki "var" anlamında kullanılan "dar" yardımcı fiilini meydana getirmeye çalışmaktadır. Ancak bu uğraşı asılsızdır. Çünkü Vardar kelimesindeki "dar" yardımcı fiil anlamında değildir. Bu kelimedeki "dar" ya ulanan "-dar" morfemi ya da "dar" olarak çok anlamlı Arapça veya Farsça bir kelimedir.
"Dâr" kelimesinin Arapça anlamları şunlardır:
1. Ev
2. Yer
3. Yurt, vatan, ülke.
Mesela Dâr-ı leka: Ahiret, dâr-ı dünya: dünya, dâr-ı İslam: Müslümanların hakimiyeti altında bulunan yerler.
Farsça'da "dâr" kelimesinin anlamı ise darağacıdır. Dâr, Mutlak ağaç, direk, çatı direği ve o gibiler. Tutmak, malik ve sahip olmak, muhafaza etmek, görüp gözetmek, zaptetmek manalarında da olabilir. Fakat savaş ve kavga anlamlarını da taşımaktadır.
Farsça'da morfem olarak "-dâr"ın anlamı ve örnekleri şunlardır: Tutan: Dekter-dâr: Defter tutan. Bayrak-dâr: Bayrak tutan. Alaka-dâr: Alakalı, ilgili. Hisse-dâr: Hisseli. Cihân-dâr: Dünyayı tutan kimse, padişah.
Görüldüğü gibi ırmağa, tepeye ve yerleşim yerlerine verilen Vardar adının kelime anlamını izah etmek oldukça zor bir iştir. Vardar kelimesinin tepe veya rakım olarak anlamları ağaçlı, ormanlı veya gözetlemlek için uygun olan yüksek tepe olabilir. Vardar kelimesinin yerleşim yeri olarak anlamı, kale koruyan, hisar tutan veya kaleli yer olabilir. Hırvatistan'daki Vardarats köyünün adı ise Şubatın ikinci yarısından itibaren Güneyden veya Güneybatıdan esen ve bazen yağış getiren Lodos rüzgârıyla veya Makedonya'da Vardar ırmağının civarından Hırvatistan'a göç eden biriyle ilgisi olsa gerek. Çünkü, Vardar'a Hırvatça "-ats" morfeminin ulanmasıyla türetilmiş olan Vardarats adının Türkçe'deki anlamı Vardarlı'dır.
Irmak adı olarak Vardar kelimesinden kaleli veya kale ve hisarların hâkim olduğu ırmak, civarındaki topraklara ise kaleler veya hisaryar diyarı, yurdu, ülkesi anlamlarını vermek mümkündür. Fakat, Vardar'ın eski zamanlarda çok bol sulu bir ırmak olduğu ve bu ırmak üzerinde gemilerin de geçtiği bilinmektedir. Bu yüzden bazı müellifler adı geçen ırmağın adının eski Farsça'da büyük su, büyük nehir anlamında olan "vardar"dan geldiğini söylemektedirler. Bu ırmağa 1345 yılında kendini Üsküp'te Çar ilan eden Stephan Duşan da büyük su, büyük nehir demiştir. Çar Duşan'ın, hatta "Bugünden itibaren bu nehire Vardar yerine Büyüksu, Büyük Nehir demenizi emrediyorum" dediği bilinmektedir.
Makedonlar, Vardar kelimesini çeşitli ekler ulayarak antroponim, hidronim veya toponim olarak kullanmaktadırlar.
Üsküp civarında Makedonca Vardişte denilen bir alanın adı Vardar kelimesinin "-işte" ekiyle türetilmesinden gelmektedir. Makedonlar, Vardar kelimesine "-ov", "-ski", "-ovski" veya "-ova" eklerini ulayarak Vardarov, Vardarski ve Vardarovski erkek ve Vardarova kadın soyadlarını meydana getirmişlerdir. Ancak, Makedonlar bu soyadları günden güne daha az kullanmaktadırlar. Bu soyadların Türkçe'deki karşılığı Vardaroğlu'dur. Makedonlar, Vardar kelimesine "-inka" ekini ulayarak Vardarinka kadın adını da meydana getirmişlerdir. Bu ad, Makedon türkülerinde, özellikle Vardır ırmağının kıyısında bulunan Trabatovişte köyünde söylenen türkülerde çok geçmektedir. Onlar bazı yerlerde Vardarka kadın adını da kullanmaktadırlar.
Vardar Türkleri
Mustafa Kemal Atatürk, "Türk tarihi bir bütündür. Bu yüzden bir bütün olarak araştırılmalı, incelenmeli ve okutulmalıdır" diyordu. Ancak bize, Makedonya'da ve Balkan yarımadasının diğer ülkelerinde yaşayan Türklere maalesef millî tarihimizi bir bütün olarak okutmadılar. Bize, bilinen uzun tarihimizin sadece Osmanlı dönemini oldukça kötü bir şekilde okuttular ve halen okutmaktadırlar. Bilindiği gibi Makedonya ve Balkan Türklüğü 378 yılında Hun Türklerinin bu topraklara ayak basmasıyla başladı. Bu Türklüğün tam 1620 yıllık bir tarihi vardır. Biz bu tarihi yeni yeni araştırmaya başladık. Osmanlı öncesi ve Osmanlı dönemi Makedonya ve Sırbistan Türklüğü konusunda yaptığımız bazı kısmî araştırmaların ve incelemelerin neticeleri şimdiye kadar düzenlenen panellerde, sempozyumlarda ve kongrelerde sunduk, çeşitli gazete ve dergilerde yayınladık. Bunlarla Türk biliminde duyulan ihtiyacı karşılamaya mevcut olan boşluğu doldurmaya ve açık olan bazı tezlere cevap vermeye çalıştık.
Söz konusu incelemelerde, Osmanlı öncesi Makedonya ve Sırbistan Türklüğü'nün dahilinde Hun, Avar, Bulgar, Oğuz, Peçenek ve Kuman Türklerinin Makedonya'da ve Balkan yarımadasının diğer yerlerinde bıraktıkları maddî kültür izlerine ve özellikle Balkan kavimlerine yaptıkları etkilere yer vermeye çalıştık. Pek tabii ki bu dönem Türklüğünün dahilinde Vardar Türkleri de bulunmaktadır. Vardar Türklerinin veya Vardaryotların ayrı bir Türk boyu olmadığı bilinmektedir. Vardar Türkleri, aslında IV.-IX. yüzyılları arasında Balkan yarımadasının en güney noktasına kadar inen Hun, Avar, Bulgar ve Oğuz Türklerinden kalan küçük grupların Bizans tarafından birleştirilmesiyle meydana getirilen daha büyük bir Türk grubu veya topluluğudur.
378 yılından itibaren Karadeniz'in kuzeyinden Balkan yarımadasına inmeye başlayan Türk boyları sık sık Bizans İmparatorluğu'na saldırdılar. Bu devletin topraklarını alarak İstanbul'un surları önüne kadar geldiler. Bu şehri muhasara altına alarak Bizans'ı haraca bağladıktan sonra geri çekildiler. Ancak söz konusu Türk kavimleri, belirli durumlarda Bizans devletiyle ittifak kurmayı da bildiler. Bu devletin müttefiki olarak Karpat dağlarından Sava ve Tuna'nın güneyine inmeye çalışan Slav kabilelerine karşı savaştılar. Bu kabileleri üst üste yenilgiye uğrattılar. Bu yüzden Bizans, bu savaşçı ve kahraman Türk boylarını çoğu kez himayesine aldı. Bazı imtiyazlar tanıyarak onlardan kalan ve dağınık halde yaşayan küçük grupları birleştirerek kendi hudutları boyunca bulunan verimli topraklara ve stratejik önem taşıyan şehir ve kasabalara yerleştirdi. Fakat hileleriyle meşhur olan Bizans, Türk boylarının birleşmesini gördüğü zaman paniğe kapılıyordu. Bu sırada çeşitli entrikalar çevirerek Türkleri birbirlerine düşman etmeye ve kendini kurtarmaya çalışıyordu.
Amacına ulaşmak için "parçala yönet" taktiğini kullanıyordu. Bu taktiğin en klasik örneği 1091 Lebunion savaşıydı. Bizans bu savaştan önce büyük para karşılığında kendine bağladığı Kuman Türklerinin yardımıyla İzmirli Çaka Bey'in gelmesini bekleyen Peçenek Türklerini yenilgiye uğrattı. Anna Komnena'nın izah ettiğine göre Bizans bu savaş sırasında on bin Peçenek Türkünü kılıçtan geçirdi ve 1078-1091 yılları arasında kurulan Kuman-Peçenek Türk federasyonunu ve Türk birliğini bozmaya muvaffak oldu. Yoksa söz konusu yıllarda adı geçen Türk boyları Bizans oyunlarına düşmeselerdi ve aralarında savaş yapmasalardı Balkan yarımadasında Türklüğün ve İslamiyetin durumu çok daha iyi olacaktı.
Çar Teofilo zamanında Kuzeyden ve Kuzeydoğudan gelen Slavlar ve Slavlaşmış Bulgarlar sık sık Bizans'a hücum ediyorlardı. Bizans'ın ve Bulgarların arasında savaşın çıkmasına sebep oluyorlardı. 815 yılında yürütülen Bizans-Bulgar savaşının sonunda imzalanan barış antlaşmasından sonra Bizans, Bulgar hududunu güvenceye almak için 830 yılında Anadolu'dan ve Balkan yarımadasının değişik yerlerinden getirdiği 14 bin Türkü Vardar ırmağının Ege havzası, Strymon ırmağı, Doyran gölü arasında uzanan topraklara yerleştirdi ve onlara Vardaryotlar (Vardarlılar) veya Vardar Türkleri adını verdi.
Ancak Bizans, daha sonra Vardar Türklerini, Vardar ırmağının kaynadığı yere kadar uzanan araziye de iskân ettirdi. Söz konusu yerlere yerleştirilen Türklerin görevi Bizans'ın kuzey hududunu ve Selanik'i Slavların ve Bulgarların hücumlarından korumaktı. Bu hizmetin karşılığında Bizans, Türklere imtiyaz olarak mal ve mülk veriyor, vergiden muaf tutuyordu. Çar Teofilo, zamanla Vardar Türklerini, Bizans topraklarına iskân etmiş olan Slav kabilelerini parçalamak için Vardar ırmağının orta havzasında ve Valandova civarında yaşayan Strimon ve Dragovit Slav kabileleri arasında da yerleştirdi.
Vardar Türkleri hakkında bazı kısmî bilgilere Türk kaynaklarının dışında Makedon, Bulgar, Sırp, Hırvat, Macar, Çek, Ermeni, İngiliz ve Alman kaynaklarında rastlamak mümkündür. Alman seyyahı Gustav Schumberger bu Türk grubu hakkında şöyle demektedir: "Bunlar haşin bir milletti. İşgal ettikleri yerlerin gelirini Kayser'e vermezlerdi. Ancak Tuna ötesinden gelen kavimlerin hücumlarına mani oldukları için Bizans İmparatorluğu'nu bir çok beladan koruyorlardı. Bahşettikleri faide çok büyüktü. Kuzeye doğru Bizans müdafaasının aşılmaz bir seddi gibiydiler. Bunun için de İmparatorluk onlardan vergi almak şöyle dursun, onlara para veriyordu."
Aram Andoryan ise Vardar Türkleriyle ilgili şöyle demektedir: "Avrupa'ya gelen Türkler, Bizans İmparatorluğu'nda sığınma hakkı istediler ve Vardar kıyılarında yerleşmeşi başardılar. Henüz İslam dinini kabul etmiş değillerdi. Bir çeşit putperestlik olan dinlerini değiştirdiler. Ancak savaşçı adetlerini ve göçebe yaşayışlarını bırakmadılar. Yiğit ve mükemmel cengâverlerdi. Rumlar onlara Vardariot (Vardarlı) derlerdi. Bizans sarayı muhafız alayı onlardan kurulmuştu. Devletin iç entrikalarına yabancı olduklarından güvenilir, sadık muhafızlardı." Vardar Türkleri, yerleştirildikleri topraklarda yaşayan Slavların, Rumların ve diğer kavimlerin baskılarına maruz kaldılar. Bizans Çarı II. Vasiliy (976-1025) zamanında Ohri, 1020'den sonra ise Bulgar Piskoposluğu Vardar Türklerinden de çok yüksek vergi almaya başladı. Ancak Türklere en büyük baskıyı Slavlar yaptı. Onlar Türkleri tamamen eritmeye ve imha etmeye çalıştılar. Fakat amaçlarına ulaşamadılar. Tarih bilimi bugün, Vardar Türklerinin bir ırklar yığışım devleti olan Samoil Çarlığı'nda önemli bir nüfusu oluşturduğunu göstermektedir. Bu devlette nüfusun çoğunluğunu Makedonya, Yunanistan ve Mora Slavları, Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar, Rumlar, Epir, Teselya, Etolya, Akarnaya ve Trakya'da yaşayan Arnavutlar; Çar Samoil'in Pelagonya, Prespa, Ohri ve Trakya'da yerleştirdiği Ulahlar, Vardar Türkleri ve Ermeniler oluşturuyordu.
Osmanlı Türklerinden önce Makedonya'ya ve Balkan yarımadasının diğer yerlerine iskân eden Türk boyları, bu toprakların tarihinde çok önemli rol oynadılar. Yaptıkları işlerle Balkan yarımadasının sosyo-etnik yapısını, olayların ve tarih akışının yönünü ve adı geçen yarımadanın kaderini değiştirdiler. 1096 yılında başlayan Haçlı seferleri sırasında Böemüng Tarentsi'nin emrinde Filistin'e giden Haçlılar, Arnavutluk'un Duris şehrinden Via Egnatia yolu üzerinden Makedonya'ya da girdiler. Bu sırada bu bölgeyi yağmaladılar. Yerli halkı katlettiler. Bu durumu öğrenen Bizans Çarı I. Aleksiy Komnen, Bizans ordusunun en kahraman birliklerini oluşturan Vardar ve Peçenek Türklerine, Vardar ırmağının sol kıyısında tuzak kurarak Haçlılara hücum etmelerini emretti. Bu emir üzerine Vardar ve Peçenek Türkleri, Böemüng'ün haçlılarına saldırdılar. Onlara büyük darbe indirdiler. Böemüng, aldığı bu Türk darbesinden sonra haçlılarıyla birlikte Serez üzerinden Makedonya'yı terketmek mecburiyetinde kaldı.
1097 yılında Makedonya'ya, Reymon Tuluski ve Podiya Piskoposu Ademir'in emrinde Güney Fransa'dan Filistin'e giden Haçlılar da girdiler. Ancak onlar Makedonya'da Vardar, Peçenek ve Kuman Türklerinin taarruzuna uğradılar. Bu yüzden onlar da Makedonya'yı alelacele terketmek zorunda kaldılar. Söz konusu olaylardan sonra Vardar Türklerinin adı anılmaz oldu. Herhalde onlar da Türk boylarından kalan diğer gruplar gibi önce Hristiyanlaştırıldı, daha sonra ise Slavlaştırıldı veya Rumlaştırıldılar. Ancak onlar, Selçuklu ve Osmanlı Türklerinin Makedonya'ya gelmesine kadar Türkçe konuştular. Din ayinlerini Türkçe yaptılar. Edebiyatları, sanatları, folklorları, müzik folklorları ve benzeri nitelik ve değerleri vardı. Makedonya'da bugün söz konusu Türk boylarından kalan efsanelere rastlanmaktadır. Tip ve motiflerle zengin olan bu efsaneler henüz araştırılmış değildir.
Görüldüğü gibi Osmanlı'dan önceki Türkler, Slavların, Rumların, Ulahların, Arnavutların ve diğer Balkan unsurlarının arasında dağınık halde yaşamalarında rağmen millî nitelik ve değerlerini yani Türklüklerini kaybetmediler. Onlar 1292 yılından itibaren Makedonya'ya girmeye başlayan Selçuklu Türklerine, 1336'da 70 gemiyle Selanik üzerinden Vardar vadisine yerleşen ve özellikle 1371 Meriç zaferinden sonra Makedonya'yı ve diğer topraklarını fethetmeye başlayan Osmanlı Türklerine katılarak Sırplara, Rumlara, Bulgarlara, Romenlere, Arnavutlara ve diger Balkan unsurlarına karşı kahramanca savaştılar. Böylece onlar, Selçuklu ve Osmanlı Türklerinin Balkan yarımadasına yerleşmesine, Osmanlı devletinin bu yarımadada 550 yıl kalmasına ve bu yarımadanın bir Müslüman Türk bölgesi olmasına yardımcı oldular.
Osmanlı Türkleri Balkan yarımadasını ve diğer toprakları orduyla fethettiler. Bu toprakları Hun, Avar, Bulgar, Oğuz, Vardar, Peçenek, Kuman ve Selçuklu Türklerinden kalan ve Anadolu'nun değişik yerlerinden getirilen binlerce Türk ailesiyle 550 yıl fevkalade iyi bir şekilde idare ettiler. Onlar 1371-1912 yılları arasındaki dönemde Balkan yarımadasının etnik yapısını milletimizin lehine değiştirdiler. Bu dönemde Sava ve Tuna'nın güneyinde bulunan toprakların nüfusunun % 50'sinden fazlasını Türkler oluşturuyordu.
Başka bir söyleyişle Osmanlı Türkleri bu toprakları orduyla fethettiler ve oralarda nüfus çoğunluğuyla milletle kaldılar. Osmanlı Türleri, Avrupa ve Balkan tarih biliminin öne sürdüğü gibi Avrupa ve Balkan topraklarına istilacı olarak gelmediler. Onlar bu topraklara kurtarıcı olarak geldiler. Çünkü onlar söz konusu topraklara gelmeden önce oralarda yaşayan halk kendi idarecilerinden ve din adamlarından çok büyük eziyet çekiyordu. Bu eziyet altında inim inim inliyordu. Bu yüzden Osmanlı idaresinden hiç bir baskı görmeden gönüllü olarak İslamı kabul etti. Çok adil bir müessese olan Osmanlı devletinde huzur ve güvence içinde yaşadı. Yoksa Osmanlı devleti böyle bir devlet olmasaydı, beş buçuk asır yaşayabilir miydi?
Gostivar Türkleri
Gostivar'ın çok uzun bir tarihi vardır. Bu tarih MÖ. VIII. asra kadar uzanmaktadır. MÖ. 170-169 yıllarında bugünkü Gostivar'ın yakınlığında Draudak adında bir şehrin bulunduğu bilinmektedir. Bu dönemden kalan maddî kültür izleri genellikle Polok vadisini çevreleyen bayır ve tepelerde bulunmaktadır. Bu izler arasında Roma, Bizans, Hun, Avar, Bulgar, Vardar, Oğuz, Peçenek, Kuman ve Osmanlı Türk, İlyr, Slav ve diğer kavimlerden kalan mimarî ve benzeri eserler bulunmaktadır.
Bazı Makedon müellifleri Gostivar adının en eski Slav antroponimlerinden kaldığını söylemektedirler. Bu adı Hostivar şeklinde Çek cumhuriyetinin başkenti Praga'nın bir mahallesi taşımaktadır. Adı geçen Makedon müellifleri, Gostivar adının Slavca yabancı veya misafirler anlamında olan "gosti" kelimesinin acele eder, hızlı gider, hızlı yürür, canlıdır, kaynatıyor, yemek pişiriyor anlamlarında oyan "variti" veya "var" fiilleriyle birleşmesinden meydana geldiğini öne sürmektedirler. Bu müellifler XI. asırda Gostivar yerine Radogost, Gostirad, Gastovit, Dobrogost, Dragost, Milogost, Stragost ve Yadovar adlarının kullanıldığını söylemektedirler. XII. asırda ise bazı yerlerde Gostivar adının Gostimir ve Gostomir şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Sırpça bu ad, Gostodrag, Gostimir, Dobrogost, Radogost ve benzeri adlar şeklinde; Çekçe'de Hostivar, Hostibor, Hostimil ve Hostihrad; Lehçe'de ise Goşciwit, Gociwuj ve dier şekillerde kullanılmaktadır.
"Var" kelimesi veya "-var" morfemi Türkçe'den başka bütün Slav dillerinde "var" veya "-var"; Macarca'da "vár" veya "-vár"; Romence'de "oara" veya "-oara"; Lehçe'de "war" veya "-war"; Arnavutça'da "vari" veya "-vari"; Farsça'da "vâr", "-vâr", "-vâre" ve "-vâri" şekillerinde kullanılmaktadır. Makedonca'da Gostivar, Vardar, Vardarişte, Vardara, Vardarski, Vardarka, Vardarinka, Povardarye, Povarderest, Jitovar, Kalivar, Yadovar, Samovar, Hvalivar; Karadağ Sırpçası'nda Vardar, Antivari, Varvara; Boşnakça'da Varda, Varvara; Arnavutça'da Kalivari; Hırvatça'da Byelovar, Daruvar, Vukovar; Romence'de Timişoara, Curtişoara, Scarişoara, Sighişoara, Calidioara; Çekçe'de Hostivar; Macarca'da Dombuvár, Dünöföldvár, Györvár, Kaposvár, Kupavár, Mosonomagyarvár, Naludvár, Sarvár, Székesfehervár, Sgedvár, Tiszavasvár, Tiszoföldvár, Várpolata, Vasvár ve diğer adlarda görülmektedir. "Var" kelimesi veya "-var" morfemi Çek özel adlarında Hostivar, Varohost, Varobyl; Bulgar özel adlarında Hvalivar; Leh özel adlarında ise Grochowar, Grochowarsko şeklinde görülmektedir.
Gostivar kelimesinin 562-803 yılları arasında Avrupa'da ve Balkan yarımadasında Avar Türklerinin hakimiyeti altında kurulan Avar Türk-Slav kabileleri birliği döneminden kalması mümkündür. Bu kelimenin akla ilk gelebilecek anlamı "misafirlervar"dır. Ancak, "gosti+var"daki "var" kelimesi, Türkçe'de "yok"un karşıtı anlamında değildir. Arapça'da ve Hun veya Avar Türkçesi'nden Macarca'ya intikal etmiş bu kelimenin "kale" ve "hisar", "bekleme" ve "karşılama" anlamları vardır. Farsça'da ise "gibi" benzetme edatı, malik veya sahip olma, "-li" ve diğer anlamları vardır. Böylece gostivar kelimesine; misafirler bekleme veya karşılama ve misafirler kalesi, misafirlere sahip olma, misafirli yer, misafirperver, misafirci memleket veya diyar anlamlarını vermek mümkündür.
Gostivar Türklerinin tarihi 378 yılında bu yerlere de Hun Türklerinin yerleşmesiyle başladı. Bu, aslında Gostivar ve civarının üzerine yapılan ilk Türk akınıdır. 378-1371 yılları arasında bu tohraklara Avar, Bulgar, Vardar, Oğuz, Peçenek ve Kuman Türkleri akın yaptılar. Bu Türk boyları söz konusu yerlerde de çok kıymetli akın yaptılar. Bu Türk boyları söz konusu yerlerde de çok kıymetli mimarî ve benzeri eserler ve maddî kültür izleri bıraktılar. Bu eserlerin ve izlerin bazıları zamanımıza kadar ayakta kalabilmeyi başardı.
Bugün, adı geçen Türk boylarından kalan antronimlere, toponimlere, hidronimlere ve benzeri adlara rastlanmaktadır. Osmanlı Türkleri, Gostivar ve civarını fethettikleri sırada Gostivar, Vardar, Radika, Kunova, Moghor, Şardağı, Tetova, Dervend Derbend vd. Türk toponimlerinin dışında Çaylı veya Çaylak'tan gelen Çayle, Raven, Raptiştah vd. yerlerde hasara uğramış, ancak günümüze kadar kıymetli eserler olarak ayakta kalabilmeyi becermiş kalelere, kulelere, hisarlara, su depolarına ve kemerlere, hazinelere, mezarlıklara, köprülere vd. mimarî eserlere rastladılar. Fakat, Osmanlı'dan önceki Türk boylarından kalan dil, edebiyat, sanat, folklor, müzik folkloru, mimarî eserler vd. maddî kültür izleri yok denecek kadar az araştırıldığından ötürü söz konusu Türk boylarından kalan eserlerden ve izlerden şu anda fazla bahsetmek mümkün değildir.
Gostivar ve civarının üzerine ikinci Türk akını 1336 yılında Batı Anadolu'dan onlarca gemiyle Selanik limanında çıkartma yapan ve daha sonra Gostivar, Raptiştah, Banitsalar vd. yerler de dahil olmak üzere Vardar ırmağının kaynadığı yere kadar binlerce Osmanlı Türkünün ulaşmasıyla gerçekleşti. Şu anda bu yerlerde yaşayan Türklerin bir kısmı söz konusu Türk akıncılarının torunlarıdır.
1875-1878 Büyük Doğu Buhranında Rumeli ve Makedonya
Tarih yönünden uzak başlangıcı olsa bile, Doğu Buhranı, Avrupa devletleri ve Osmanlı Devleti arasında, Napoleon Bonaparte'ın 1798'de Mısır'a girmesiyle ve 1815'de Viyana Kongresi'nde adlandırıldıktan sonra, 1918'de Osmanlı Devleti'nin parçalanması ile yerini Yakın Doğu veya Uzak Doğu Buhranı terimleriyle anlatılan sorunlara bırakarak, bir tarih terimi ve sorunu olarak varlığını devam ettirdi. Bu genel düşünce çerçevesinde Doğu Sorunu adı altında tarihe mal edilmiş olan olaylar sırasıyla şunlardır: 1798'de Napoleon Bonaparte'ın Mısır'a girmesi, 1821'de Yunan Ayaklanması, 1830'da Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın Ayaklanması, 1853-1856 Kırım Savaşı, 1858 Cidde ve Suriye isyanları, 1857-1861 Eflâk ve Boğdan isyanları, 1858-1870 Sırbistan olayları ve 1859-1869 Süveyş Kanalı Meselesidir. Bütün bu olaylar Osmanlı Devleti'nin iç sorunu olarak başladıkları halde, 1856 Paris Antlaşması'nı imzalamış olan Avrupa devletlerinin araya girmeleri ile birer devletlerarası sorun karakteri kazanmışlar ve ilgili bölgelerin özerklik haklarının genişletilmesi ile son bulmuşlardı.
Doğu Buhranı 1875'te yeni bir safhaya girdi. Maliyeyi düzenlemek amacıyla. 1875'te, Bâb-ı Âli a'şar vergisini dörtte bir arttırdı. Bu karar Hersek'te Sırp Ayaklanması'nın çıkmasına sebep oldu. Ayaklanma 13 Nisan 1875'te Hersek'in birkaç küçük köyünde başladı. Sırplar'in vergi toplayıcılarına saldırmaları Vilâyet garnizonlarının müdahalesine yol açtı. Ayaklanan Sırp köylülerinin çoğu Karadağ'dan aldıkları silâh ve cephaneyle yolları kestiler, köprüleri ele geçirdiler. Ayaklanma kısa zamanda Bosna ve Hersek'in diğer yerlerine de yayıldı. Böylece hem iç hem dış diplomatik bunalımı başlatan bu ayaklanma esasta 1878 yılına kadar sürecek olan "Büyük Doğu Buhranı'nı başlattı.
Bosna ve Hersek Ayaklanması'nın başlamasından sonra Sadaret'e Mahmud Nedim Paşa getirildi. Yeni idareciler grubu istenilen ıslâhatları destekliyor, yalnızca siyasî dengeyi kendi lehine çevirmek istiyordu. Göreve gelir gelmez yeni Hükümet valilerin vilâyetlerdeki yönetimleriyle ilgili değişmeler yaptı. Bir süre sonra, aşara eklenen ek vergiyi kaldırdı, çok sayıda çiftçinin ödenmemiş borçlarının bir kısmını affetti. Bundan başka 20 Ekim 1875'te getirilen İrade ve 12 Aralık 1875'te getirilen Fermanla vergi ve hukuk düzenlerinde Osmanlı Devleti'nde genel ve temelli ıslâhatların yapılacağına söz verdi. Bu çabalara rağmen ayaklanma yine devam etti.
Bosna ve Hersek Ayaklanması, Osmanlı Devleti'ne karşı, Bulgar Ayaklanması'nı başlatmak için kurulan Bulgar ihtilâlci komitelerini teşvik etti. Bu durumdan faydalanan Bulgarlar Nisan 1876 yılında Filibe ve Pazarcık yakınlarında Balkan Dağları'nda bir ayaklanma hareketine girdiler. Bulgarlar, ayaklanma sırasında orada yaşayan Türkler'e katliam ve soykırım yaptılar. Türkleri Bulgarlaştırmaya ve Hristiyanlaştırmaya çalıştılar.
Bosna ve Hersek'te emelleri olan Sırbistan, ayaklanan köylülere her çeşit yardım yapmaktan başka, Rus desteğini sağlayarak Karadağ ile bir antlaşma imzaladıktan sonra 1 Temmuz 1876'da Osmanlı Devleti'ne savaş ilân etti. Böylece Birinci Balkan Buhranı başlamış oldu.
Bosna ve Hersek Buhranı, Bulgar Ayaklanması ve Osmanlı-Sırp-Karadağ Savaşı, Avrupa devletlerine Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışma fırsatı verdi. Balkan Yarımadası'nda kendilerini en alâkalı gören Avusturya-Macaristan ve Rusya, aralarında bir ihtilâfın veya silâhlı çatışmanın çıkmaması için Osmanlı-Sırp-Karadağ Savaşı'nın başlamasından bir hafta sonra Balkan Bunalımı ile ilgili gereken önlemlerin alınması veya görüş birliğine varılması ihtiyacını duydular. Kendi tepkilerini ifâde etmek ve amaçlarına ulaşmak için Rus Çarı II. Aleksandr ve Avusturya-Macaristan Çarı Frans Joseph 8 Temmuz 1876'da Avusturya'nın Reichstat Kasabası'nda Reichstat Antlaşması'nı imzaladılar.
Reichstat Antlaşması, aslında, daha sonra, Osmanlı Devleti'nin Avrupa bölgelerinin Rusya ve Avusturya-Macaristan ve geri kalan bölgelerin ise İngiltere ve Fransa arasında paylaşmasının temellerini atmış oldu. Böylece "Reichstat Antlaşması'yla Doğu Buhranı uluslararası diplomatik değer kazandı. Türk ordularının Ağustos 1876'da Aleksinats'da Sırpları felâkete uğratmaları Doğu Buhranı'na yeni boyutlar kazandırdı. Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne gönderdiği ültimatom Sırpları ezilmekten kurtardı. Sırp yenilgisini bahane ederek, fakat çoktandır Karadeniz'i bir Rus gölü haline getirmek, Boğazları ve Balkan Yarımadası'nı kendi kontrolü altına almak ve Doğu Akdeniz'e inmek hevesine kapılmış olan Rusya'nın, Balkan Yanmadası'nda bir müdahalede bulunma ve Osmanlı Devleti'ne karşı savaş açma ihtimali artmış oldu. Rusya'nın Balkan politikasının gerçek amacı Balkan Yarımadası'nda Türk ve Müslüman olmayan unsurların çıkarlarını korumak değildi. Onun esas amacı kendi istilâcı, ekonomik ve siyasî çıkarlarını korumaktı. Rus Çarlığı sözü edilen dönemde dünyaya hâkim olmak istiyordu.
Doğu Buhranı'nın başlamasıyla Balkan devletçikleri Sırbistan, Yunanistan, Karadağ, 1878'den sonra Bulgaristan da Osmanlı Devleti'nden "kalacak olan" mirastan pay istiyorlardı: Sırbistan, Bosna, Güney Sırbistan ve Makedonya'yı; Bulgaristan-Makedonya, Doğu ve Batı Trakya'yı; Yunanistan ise "Megali İdea" uğrunda Tesalya, Epir, Makedonya, Girit, Batı Trakya, Selanik ve Doğu Trakya'yı işgal edip İstanbul'a inmek istiyordu.
XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Türk-Makedon İlişkileri
XIX. yüzyılın ikinci yansında hâlâ bir Türk Bölgesi olan Makedonya'nın ne siyasî, ne millî, ne dinsel, ne de etnografik bütünlüğü vardı. Bu dönemde, adı geçen bölgede, komşu Balkan devletleri türlü baskı ve propagandalarla Makedonya Slavları'nı eritmeye çalıştılar. Onlar Makedonya'da kendi üstünlüklerini sağlamak için, XIX. yüzyılın ilk yarısında sık sık din ve ırk çatışmaları, şiddet olayları ve isyanlar çıkarttılar.
Söz konusu dönemde, bu devletler Makedonya Slavları'nın özel ve kamusal hayatı üstüne bir korku çöktürdüler. Osmanlı Devleti ise Türk olmayan unsurları eğitim, kültür, ekonomik, sosyal ve siyasî hayatta birleştirmeye çalışarak kendi adaletli idaresini sürdürüyordu. Böylesine ayrı, böylesine düşman unsurları yönetip yürütmekteki güçlük çoğu kez bu Devlet'in üstünde kendi etkisini gösteriyordu.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti'nde yaşayan milletlerin, onlar arasında "egemen millet" olan Türkler'in de eğitim, kültür, ekonomik, sosyal ve siyasî hayat şartları aynı veya benzerliydi. "Egemen millet" olarak sayılan Türkler'in durumu azınlıkların durumundan pek farklı değildi. Türk Milleti'nin Osmanlı toplumundaki gerçek durumunu en iyi şekilde büyük fikir adamı ve sosyolog Ziya Gökalp izah etmiştir. Yüzyıllarca aynı gökkubbe altında sürdürdükleri ortak hayatın neticesinde XIX. yüzyılın ikinci yarısında Türkler ve Makedonya Slavları arasında iyi ilişkiler kurulmuştu. Bu ilişkiler sonucunda Türkler, Makedonya Slavları'nın hayatında oldukça etkili olmuşlardı. Türkler'in bu etkileri geniş çaplıydı ve Makedonya Slavları'nın hayatındaki her alanda göze çarpıyordu. Türkler'in geniş çaptaki bu etkileri Makedonya Slavları'nın yaşayış tarzlarının âdeta ayrılmaz bir parçası olmuştu. Söz konusu etkiler özellikle dil, edebiyat, folklor, müzik folkloru, mimari ve diğer sahalarda göze çarpıyordu.
Meselâ, Makedonca'da yüzyıllarca 7-8 binden fazla Türkçe kelime kullanılmıştır. Bugün ise bu sayı üç binden fazladır. Söz konusu dönemde Türk Milleti'nin Makedonya Slav halkına karşı tutumu her zaman olduğu gibi oldukça olumluydu. Türkler, Makedonya Slavlarının millî varlığını, bütün nitelik ve değerlerini tanımış ve hattâ çoğu kez onları takdir etmiştir. Bu durumu tarihçi Angel Dinev şu sözlerle izah etmektedir: "Aynı devlette yaşayan Türkler, Makedonlar'ın sosyo-ekonomik, siyasî ve din haklarını tanıyorlardı".
Türkler ve Makedonya Slavları düzensizliğin hâkim olduğu bazı dönemlerde birbirlerine destek oluyorlardı. 1787-1792 yılları arasında yürütülen Türk-Avusturya-Rus Savaşı'ndan sonra Kırcaali'de beliriveren bazı Bulgar ve başka eşkiya çetelerinin saldırılarına karşı Türkler ve Makedonya Slavları birleşerek kendilerini korumuşlardı.
Türk Milleti, çoğu kez Makedonya Slavları'na yardım etmiş ve onları kötü durumlardan kurtarmıştır. Bu iyi ilişkilerin bir örneği olarak Köprülü'de Molla Halil Efendi olayı gösterilebilir.
Köprülü Kaymakamı'nın Hristiyanlar'a yaptığı bazı haksızlıkları, 1879 yılında Köprülü Türkleri'nin tepkisini çekmişti. Onlar, aynı yıl, Hristiyanlar'la beraber karma bir delegasyon kurarak Selanik'te Doğu Rumeli ile ilgili kurulan Avrupa Komisyonu üyesi Fransız Napoleon de Ring'den yardım istemişlerdi. Türkler'e başkanlık eden Molla Halil Efendi, Kaymakam'ın Hristiyan halkına yaptığı haksızlıkları saydıktan sonra Napolen de Ring'e: "Biz Hristiyanlar'la beraber idarecimizin değiştirilmesini istiyoruz... Din ve ırk farkı yapmadan Hristiyan vatandaşlarımızla iyi geçinmek istiyoruz..." demiştir.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında Türkler, Makedonya Slavları'nın sosyo-ekonomik, eğitim, kültür, sanat vb. alanlarda ilerlemesini takdir etmiş, maddî yardımlarda bulunarak onların güven ve sempatilerini kazanmışlardı. Söz konusu Türkler'den biri İştipli Hacı Salih Efendi'dir. Salih Efendi 1877 yılında İştip'te inşa edilen "Aya Kiril ve Metodiy" İlkokulu'na 10 altın lira bağışlarken şu sözleri de ilâve etmişti: "Ben Hristiyan vatandaşlarım için çok iyi şeyler duymuştum. Fakat bugün gözlerime bile inanamıyorum. Kalbim sevinçten fırlayacak nerdeyse. Sizin böyle bir maneviyata ve parlak bir geleceğe sahip olmanız beni çok sevindirdi".
Üsküp Metropoliti Teodosiy'in, Bulgar Eksarh'ı I. Yosife 4 Ekim 1890 yılında Koçana'dan gönderdiği mektupta Türkler'in Hristiyanlara karşı gösterdikleri olumlu davranışlardan sözetmiştir. Metropolit Teodosiy aynı mektupta 23 Eylül 1890 yılında İştip'te düzenlenen dinî törende ve kendisinin Koçana'ya yaptığı ziyareti sırasında Türkler'in ona ve Hristiyanlara karşı gösterdikleri ilgiden bahsederken "İştip'te olduğu gibi Koçana'da da Türkler Hristiyanlara hoşgörüyle bakıyorlardı. Karma Türk-Hristiyan köylerinden geçtiğimiz sırada, Türk köylüleri de beni karşılamaya çıkmışlardı" sözlerini ilâve etmiştir.
Makedonya'da, Türk-Hristiyan ilişkilerini inceleyen ünlü Sloven etnologu K. Gersin Makedonya ile ilgili hatırlarında şöyle demektedir: "Türk köy halkı Makedonya'da kendini oldukça temiz tutmuş, namusunu korumuş, Kur'an ilkelerine bağlı kalmış, içki düşkünü ve eşkiya olmamış, cinayetler işlememiştir. Cinayetleri işleyenler genellikle yabancılardır..."
XIX. yüzyılın ikinci yarısında Makedonya Slav halkı kendi "millî" ve dinî bağımsızlığı için Fener Rum Patrikliği, 1870 yılından sonra Bulgar Eksarhlığı ve Sırp siyasî propagandasına karşı mücadele etmiştir. Bu mücadele sırasında Makedonya'nın bazı yerlerinde, Makedonlar ve Türkler, Makedonlar'ın Rum ve Bulgar kilise taraftarlarıyla geçindiklerinden daha iyi geçinmişlerdir. Bu gerçeği Sırp tarihçisi Yovan Hacı Vasiliyeviç: "Pirlepe'de Sırplar'la Türkler, Sırplar'ın Eksarhist ve Patriklik taraftarlarıyla geçindiklerinden daha iyi geçiniyorlardı" sözleriyle dile getirmiştir.
Türk ve Makedon tarih biliminde, Yeni Osmanlılar'la Makedonya Slavları arasında 1865 yılına kadar siyasî veya başka ilişkilerin olup olmadığına dair kesin bilgiler yoktur. Söz konusu dönemde Osmanlı Devleti'nde ıslâhatlar genellikle Avrupa devletlerinin veya Yeni Osmanlılar'ın baskısıyla yapılmıştır. Yapılan ıslâhatların neticeleri bütün Osmanlılar'ın, onlar arasında Makedonya Slavları'nın da sosyo-ekonomik, siyasî, eğitim ve kültürel ilerlemesine yol açmıştır.