11 Şubat 2007 Pazar

İslam Toplumlarında Bilim

İslam Bilimi deyince ne anlaşılmalı?İslam topraklarında bilimsel çalışmalar ne zaman başladı,ne zaman duraklamaya girdi?İslam topraklarındaki bilime ivme veren nedir ? Kuran mı yoksa eski bilim mi ? Yunan klasiklerinin Arapça'ya çevrilmesinde Hıristiyanların, Süryanilerin ve çeşitli halkların katkıları olmuş mudur? Asiler, Gazali'nin ders notlarını görünce ne dediler de Gazali yeniden 4 yıl medreseye devam etti? Gazali,neyi savundu?

Katip Çelebi,Gazali'nin eseri İhyau Ulum’id-din İhyau Ulum’id-din için " Eğer bu eser hariç, tüm İslami eserler tahrip olsaydı, İslamiyet yine de bir şey kaybetmezdi. ”derken kim "Gazali’nin tasavvufa dair İhyau Ulum’id-din adlı kitabı yalan hadislerle doludur " demiştir?

Büyük Selçuklu veziri Nizam-ül Mülk'ü öldüren sınıf arkadaşı kimdi? İslam topraklarındaki bilim İspanya'ya ne zaman ve nasıl geçti? İslam topraklarındaki ansiklopedistlerde ve bu arada Erzurumlu İbrahim Hakkı'da ilkel de olsa evrim kuramının izleri olduğunu biliyor musunuz? Erzurumlu İbrahim Hakkı, hangi etkiler sonucu bilim dışı görüşleri savunmaya başladı? İslam uygarlığı ne zaman gerilemeye başladı ve bu gerilemenin açıklamasını nasıl yapabiliriz?

Ben sizi bir kısmını buraya yazabildiğim soruların yanıtlarıyla yüz yüze getireceğim.

Büyük İngiliz matematikçisi ve düşünürü B.Russel, Batı Felsefesi Tarihi adlı eserinde şöyle demektedir:" Hayatımda yanıtını bulamadığım bir tek soru vardır. Bu da biz Batılılar Ortaçağın o karanlığından ve zulmünden bu modernliğe ve gelişmişliğe nasıl geldik? Müslümanlar ise o aydınlık ve insanlık Ortaçağından bu günlere,bir daha uyanmayacak bir şekilde,bu karanlık döneme nasıl girdiler? Bu sorunun yanıtını bulamıyorum"

Bu sorunun kolay yanıtlanamayacağı açık. Yine de Prof.Dr. İhsan Turgut,Yeni Felsefe (2001) adlı yapıtında bu konuda şunları söylüyor:" Oysa ben bu sorunun yanıtını biliyorum. Gazali'den sonra İslam dünyası kelamcıların ve mezhep kurucularının eline düştü. Gazali'nin ayırmış olduğu aklın gözü ve kalbin gözü sadece kalbin gözüne, yani imana dönüştü."

Önce İslam Dünyasındaki Bilgelere ve İlgi Alanlarına Göz Atalım:

Cabir Ibn Hayyan (Geber) Kimya (Kimyanın babası) öl: 803
Al-Asmai Zooloji, Botanik, Animal Husbandry. 740 - 828
Al-Khwarizmi(Algorizm) Matematik, Astronomi,Coğrafya.(Algorithm, Algebra, Calculus) 770 - 840
Amr ibn Bahr Al-Cahiz, Zoologi, Arap Grameri, Rhetoric, Lexicography 776 - 868
Ibn Ishaq Al-Kindi (Alkindus)Felsefe, Fizik, Optik, Tıp,Matematik, Metalurji.800 - 873
Sabit Ibn Kurra ( Thebit ) Astronomi, Tıp, Geometri, Anatomi.836 - 901
'Abbas Ibn Firnas, Mechanics of Flight, Planetarium, Artificial Crystals. öl:888
Ali Ibn Rabban Al-Tabari, Tıp, Matematik, Caligraphy, Literature. 838 - 870
Al-Battani (Albategnius), Astronomi, Matematik, Trigonometri.858 - 929
Al-Fargani (Al-Fraganus) Astronomy, Civil Engineering.C. 860
Al-Razi (Rhazes) Tıp, Ophthalmology, Smallpox, Kimya,Astronomi.864 - 930
Al-Farabi (Al-Pharabius), Sosyologi, Mantık, Felsefe, Siyaset Bilimi,Müzik.870 - 950
Abul Hasan Ali Al-Mesudi, Coğrafya, Tarih.öl: 957
Al-Sufi (Azophi) Astronomi 903 - 986
Abu Al-Kasim Al-Zahravi (Albucasis),Cerrahi, Tıp. ( Modern cerrahinin babası) 936 - 1013
Muhammad Al-Buzcani, Matematik, Astronomi, Geometri,Trigonometri.940 - 997
Ibn Al-Haytam (Alhazen) Fizik, Optik, Matematik.965 - 1040
Al-Mawardi (Alboacen), Siyaset Bilimi, Sosyoloji, Hukuk, Etik. 972 - 1058
Abu Reyhan Al-Biruni, Astronomi, Matematik. (Dünyanın Çevresini ölçtü) 973-1048
Ibn Sina (Avicenna) Tıp, Felsefe, Matematik, Astronomi.981 - 1037
Al-Zarqali (Arzachel) Astronomi (Usturlabı bulmuştur).1028 - 1087
Omar Al-Hayyam, Matematik, Şiir.1044 - 1123
Al-Gazali (Algazel) Sosyoloji, Teoloji, Felsefe.1058 - 1111
Müslüman Toledo'nun(1085), Korsika ve Malta'nın(1090), Provence 'in(1050), Sicilya (1091) ve Kudüs (Jerusalem (1099)'ın düşmesi. Birkaç Haçlı Seferi ve Müslüman kaynaklarının,yaşamlarının,mülklerini,kurumlarının ve alt yapısının yüzyıllık bir dönemin üzerinden birinci hasar dalgası.
Abu Bakr Muhammad Ibn Yahya (Ibn Bajjah) Felsefe, Tıp, Matematik, Astronomi,Şiir, Muzik. 1106 - 1138
Ibn Zuhr (Avenzoar) Cerrahi, Tıp.1091 - 1161
Al-Idrisi (Dreses) Coğrafya (Dünya Haritası, İlk küre). 1099 - 1166
Ibn Tufayl, (Abdubacer) Felsefe, Tıp, Şiir. 1110 - 1185
Ibn Ruşd (Averroes) Felsefe, Hukuk, Tıp, Astronomi, Teoloji. 1128 - 1198
Al-Bitruji (Alpetragius) Astronomi öl: 1204
Müslüman kaynaklarının, yaşamlarının, mülklerinin, kurumlarının ve altyapısının yüz on iki yıllık bir sürenin üzerinde ikinci hasar dalgası. Haçlı Seferleri (1217 - 1291) ve Moğol istilaları (1219 - 1329). Haçlılar, Kudüs'ten Müslüman İspanya'nın batısına kadar Akdeniz boyunca etkindi. Müslüman Kordoba'nın (1236), Valencia'nın (1238) ve Seville'nin (1248) Düşüşü. Doğudaki en Müslüman sınırdan, Orta ve Batı Asya, Hindistan, İran ve Arap anavatanına kadar Moğolların hasarı. Bağdat'ın Düşüşü (1258) ve Abbasi Halifeliği'nin sonu. İki milyon Müslüman Bağdat'ta katledildi. Önde gelen Müslüman medeniyet merkezlerindeki başlıca bilimsel kurumlar, laboratuvarlar ve altyapı imha edildi.
Ibn Al-Baitar Eczacılık,Botanik, Öl: 1248
Nasir Al-Din Al-Tusi Astronomi, Öklitçi Olmayan Geometri.1201 - 1274
Celaleddin Rumi Sosyoloji1207 - 1273
Ibn Al-Nafis Damişki, Anatomi1213 - 1288
Al-Fida (Abdulfeda) Astronomi, Coğrafya, Tarih.1273 - 1331
Muhammad Ibn Abdullah (Ibn Battuta) Dünya gezgini. Fas'tan Çine ve tekrar geriye kadar 75,000 mile yakın yol katetmiştir.1304 - 1369
Ibn Haldun, Sosyoloji, Tarih Felsefesi, Siyaset Bilimi.1332 - 1395

Uluğ Bey, Astronomi,1393 - 1449

Müslüman kaynaklarının,yaşamlarının,mülklerinin,kurumlarının ve alt yapısının üçüncü hasar dalgası. İspanya'da Müslüman egemenliğinin sonu'(1492). Granada'da Vivarrambla halk meydanında bilim, edebiyat,felsefe ve kültür üzerine bir milyon ciltten fazla eser yakıldı. Afrika, Asya ve Amerika'da sömürgeleşme (kolonileşme) başladı.

Ünlü Bilim Kenti: Bağdat

8. yüzyıl ortasında Dünyanın en ünlü kentlerinin listesine bir şehir daha eklenmişti: Bağdat . İlk Hıristiyan yüzyıllarında Mezopotamya bölgesinin ortası ve güneyi Perslerin elindeydi ve bunların başkenti şimdiki Bağdat’ın yakınlarında olan Ktesiphon’du. Bağdat, Farsça “Tanrıverdi” anlamına gelir.Bağdat, 750 de kuruldu. 1258' de yıkıldı. Kurucusu, Abbasi halifesi Mansur (Ebu Cafer). Dört yıl süreyle binlerce sanatkar, işçi, mimar, duvarcı, tuğlacı, marangoz, dekoratör, daire şeklinde bir modele göre bu güzel şehri oluşturdular. Şehri kuşatan üç sur vardı: Merkezinde halifenin sarayları ve konakları bulunuyordu. On yıl içinde bu genç başkent, huzurun, bilimin ve estetiğin kaynaştığı bir şehir oldu. Şairlerin anlattığına göre yerler, gül suyuyla yıkanıyordu. Yolların tozu miskti. Her yerden yeşillikler ve çiçekler fışkırıyordu. Kuşların cıvıltısı, huzuru besleyen doğal bir müzik şöleni gibiydi. Flüt sesleriyle hurilerin gümüş sesi birbirine karışıyordu. Bağdat, beş yüz yıl Doğu dünyasının parlayan bir kültür merkezi olarak kaldı.

"Binbir Gece Masallarını " okumayan, halife saraylarının ününü duymayan var mıydı?

Bağdat' ta hafif yapılı kemerler, çöldeki serap gibi iç açıcıydı. Orada sanatçının eli, duvarların ağırlığını hantallığını kaldırmıştı. Şadırvanların suları, beyaz mermer kaplara akar ve insan, akanın su mu, yoksa mermer mi olduğunu anlayamazdı. Tüm duvarlar, tüm tavanlar, acaip nakışlarla cümlelerin çizilmiş ve yazılmış olduğu kabartma bir halı gibiydi. Arap yazısı, Arap nakışları gibi karışıktı, girintili çıkıntılıdır. Yazıların yanında nakışlar, bilinmeyen bir dilde yazılar gibiydi. Yazılarda tanrı ve Muhammet övülür, halifelerin sarayı göklere çıkarılır ve insanların yaşadığı konutların en güzeli olduğu söylenir."

Kitapçı Nedim' in Dükkanı

Saraydan Bağdat sokaklarına çıkarsanız, kitapçı Nedim' in dükkanını görürdünüz. "Dipte, yerdeki yığın yığın kitap arasında oturan dükkan sahibini görürsünüz. İlk bakışta burada değerli hiçbir şey yok gibidir. Kitaplar, ne pahalı parşömenden ne de Mısır papirüsündendir; Çin icadı ucuz kağıtlara yazılmışlardır.

Ama kağıt ve tozun bol olduğu bu dükkanda, yine de halife sarayından çok mucize vardı.

Kitapçı, hangi kitabı aradığınızı nezaketle sorar, kendisinin düzenlediği "fihrist" e şöyle bir göz atmanızı önerirdi. Bu, Arapça kitapların uzunca bir listesiydi: İran destanları, Yunan filozoflarının kitapları, Hintli bilim adamlarının eserleri toplanmıştı.

Sizi ne ilgilendiriyor?

Hindistan’da doğan matematik mi? Halklardan, ülkelerden bahseden coğrafya mı? Yoksa peygamberlerle hükümdarların tarihi mi?

İşte Tabari ' nin Dünya Tarihi . Bu büyük eserde bütün halklarla ülkelerin seçkin adamları hakkında; Musevilerin peygamberi Musa, Cihangir Büyük İskender, hükümdar Keyhüsrev ve imparator August hakkında bilgi bulabilirsiniz." Üstelik Tabari, hangi olayı kimden işittiğini belirtiyor; yani yazdıklarını belgelemek istiyordu.

" Yerle göğün oluşumunu bilmek isterseniz, Ptolemeus' un Arapça’ya çevrilmiş on altı ciltlik "Al- macasti" adlı eserini okuyabilirdiniz..." Kısacası Nedim' in dükkanı günümüzün Sahafları gibiymiş. Halifenin sarayından bile zengin. Bilgi zenginliği anlamında.

Kitap yakmak... Eski bir hastalık. Bir hadiste şöyle deniyordu : bilginlerin harcadığı mürekkeple, şehitlerin dökülen kanları tartıldı, bilginlerin mürekkepleri ağır geldi...Söylentiye göre ikinci halife Ömer zamanında zaptedilen İran' da pek çok kitap ele geçirilmiş. Kumandanlardan biri Ömer' e: " Kitapları ne yapalım, ganimet olarak alınan öbür eşyalarla birlikte Müslüman halka dağıtalım mı?" diye sormuş. Ömer de :" Kitaplar, Kuran' dakilerden bahsederse gereksiz demektir. Yok, söz konusu başka bir şeyse, o halde zararlıdır. Bunun için her iki halde de kitapları yakmalı" demiş.

Bu olayın İran' da değil, İskenderiye' de geçtiğini söyleyenler de vardır. İskenderiye' de kitaplıkları, Sezar' ın bazı lejyonerleri, Patrik Teofil ' in kışkırttığı bazı Hıristiyanlar defalarca yakmıştı. Artanları da İskenderiye ' yi fetheden Araplar yakmıştı.

Parlak Yüzyıllar

Her ülkenin ya da ulusun tarihinde inişler çıkışlar, zaferler yenilgiler vardır.Arapların da kitap yaktığı zamanların geride kaldığı zamanlar oldu. İslam ülkelerinin bugünkü konumlarına ve performanslarına bakılınca onların geçmişte de başarılı bir şeyler yapmış olduklarına pek inanılmaz. Oysa tarih bugün ileri olanın hep ileride ya da bugün geri olanın hep geride olduğu bir toplumsal akış örneği vermiyor. Bir zamanlar Mezopotamya uygarlıklar havzası değil miydi?Dev piramitleri yapan Mısırlılar,başka tüm halkları kendilerinden aşağıda görmüyorlar mıydı? Dünyanın ilk üniversitelerinin ilk Bilim Evlerinin açıldığı İran ve Irak bugün ne hallerde?...

Evet İslam toplumlarında da parlak yüzyıllar vardı: Dokuzuncu, onuncu, on birinci,on ikinci yüzyıllar... Bu yüzyıllar, İslam topraklarında bilimin yükselme devirleriydi. Şam ' da, Bağdat ' ta, Buhara ' da, Ürgenç 'te aralarında Araplar, İranlılar, Türkler,Hıristiyan ve Museviler' in bulunduğu bilim adamları doğayı serbestçe inceliyor; evrenin doğuşu ve kuruluşuyla ilgili sorunları serbestçe tartışıyorlardı. İslam biliminin en verimli devirleri, 9. 10. ve 11. yüzyıllardı.İslam İmparatorluğu,bir çok küçük devlete bölünmüştü. Ama bu, bilim adamlarının çalışmalarını engellemedi. Bunlar Kordova ' da, Buhara ' da, Bağdat ve Ürgenç ' te nerede olursa olsunlar her yerde kendilerini dünyanın vatandaşı sayarlardı. Her hükümdar, her emir ünlü bilgin ve şairleri sarayına çekmeye çalışırdı. Medreseler, kitaplıklar, gözlem evleri bir şehir için en muhteşem saraylardan da önemli sayılırdı.

(İnsan Nasıl İnsan Oldu s:416-419 )

İslam Bilimine Işık Verenler

Kutsal sayılan hadis kitaplarında defalarca yinelenen şöyle bir hadis vardır: " Peygamber, ölüm döşeğindeydi. Etrafındaki sahabelere ' bana bir kağıt getirin de size bir şey yazayım ki bundan sonra sapmayasınız' diye seslendi. Orada bulunan Ömer, ' Peygamber hastalığın etkisiyle ne dediğini bilmiyor. Yanınızda Kuran var. Allah' ın kitabı bize yeter!' diyerek peygamberin yazmasını engelledi. " Muhammed'in okuma yazma bilip bilmediği,günümüze dek süren bir tartışmadır.

(Aktaran Edip Yüksel, Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, s: 25)

Bundan önce eski Yunandaki bilgeleri ve onların temel görüşlerini sunmaya,tartışmaya çalıştık. Batı Düşünce Tarihi, tüm gelenek ve dayanaklarını eski Yunan’dan aldığını belirtir. Bunda doğruluk payı vardır;ama bu görüş, eksiktir. Çünkü Hint, Çin, Babil ve Mezopotamya kültürlerinin kavşağındaki Ortadoğu halkları, eski Yunan düşüncesinin çeviricileri, koruyucuları ve gelişiricileri olmuşlardır. Bu bölümde işte tarihin bu verileriyle ilgili konularında tartışacağız. Böylece Antikçağ Yunan biliminin yanısıra Babil, Pers, Hint, Çin’in bilgi birikimi zaten uygarlığın yabancısı olmayan Arap merkezlerinde yoğunlaştı. Bu çeviri eylemi giderek onların yorumlanması, geliştirilmesiyle canlı bir bilimsel, felsefi atılım sürecine dönüştü.

"İslam Bilimi" Ne Demektir?

Bu sorunun önemini anlatmak için size bir anekdot sunmak istiyorum.

Bilim ve Ütopya dergisinin Mart 1999 (57. Sayı) kapak manşeti “İslam’ın Marx’ı: İbni Haldun” idi. Bir düşünün bakalım,bu nitelemede bir tutarsızılık var mı? Evet var. Bunu da dergi ,yaklaşık bir yıl sonra ( Nisan 2000-70. Sayı) açıkça yayımladı. “Şimdi Karl Marx da “Hıristiyan Marx’ı mı oluyor!” diye yazdı Ender Helvacıoğlu.(Bilim ve Ütopya, Nisan 2000, s: 9, 1. Dip not)

Aşağıda göstereceğim gibi İslam bilimi,yalnız Müslüman bilimcilerin çabaları demek değil. İslam dünyasındaki çeşitli halkların oluşturduğu,hatta başta Nasturilerin,Hristiyanların ve Yahudilerin katkı yaptığı bir olgudur. Bu konu, ortodoks inançlara sahip insanlar için önemli olmayabilir. Ama bir zamanlar İslam Topraklarında yeşeren ve Batı bilim ve düşünce hayatına kaynaklık eden çabaların 300-400 yıldır neden olmadığını açıklamak için bir veridir.

Şahin Alpay soruyor: “ Batı bilimi-İslam bilimi ya da bilimde İslam-batı geleneği ayırımı olur mu? Bilimin milleti olur mu?”

Bilim tarihçilerimizden Ekmeleddin İhsanoğlu bu soruya şu yanıtı veriyor:

“ Örneğin Yunan, Çin, Hint, Rönesans, İslam bilimi diyoruz. Tabi bunlar arasında gelenek farkları var. Bilim sosyal bir işlev. Hakim olan paradigmalar farklı. Bilim, mutlak değil. Yorumlar farklı olabilir. Mesela İslam bilimi kendinden önce gelen gelenekleri devraldı; Yunan ve Hint bilim geleneklerini özümsedi. Bunlardan yeni sentezlere, evrensel buluşlara gitti. Küresel trigonometri, cebir astronomiyi geliştirdi. İslam bilimi Latince’ye ve İbranice’ye çevrilerek Avrupa’ya taşındı. Rönesanstan sonra da Avrupa’da başka bir sentez oldu. Yeni kurumlar çıktı. İslam’da medrese var, üniversite yoktu. Bunların gelişme çizgileri farklı oldu. Bunlar kıyaslanamayacak ayrı gelenekler ”.

(Entellektüel bakış, Şahin Alpay’ın röportajı, milliyet.com.tr/1996/12/13/entel/osmanli.html)

İslam Dünyasında Türklerin Egemenliği

Türkler,özellikle 9. yy'da Abbasiler zamanında "Muhafız Kuvvetleri" oluşturmakla ünlendi. Savaşkan ve gözü pek bir halk olması, ticaret yollarının ve sarayların korunması ihtiyacı Türklere ilgiyi artırdı. Ama Türkler kimi zaman ayaklanarak kimi zaman Sultanları devirerek İslam dünyasında etkinliklerini artırmaya başladılar. Türklerin İslam dinini koşa koşa benimsedikleri savı doğru değildir. Bir kere İslamiyet bir kent (ticaret) dinidir. Türklerin hepsi elbette göçebe değildi;ama büyük çoğunluğu göçebeydi. Türklerin Müslümanlaşma süreci üç yüz yıl süren ilişki ve mücadelelerin sonucu gerçekleşmiştir. Bu sürecin ayrıntılarına girmek bizi konumuzdan uzaklaştıracaktır. Şunu belirtmekle yetiniyorum: İslam dünyasında siyasi egemenliğin 10. yy’da yavaş yavaş Türklerin eline geçmeye başladı; ama İslam uygarlığının “gelişmesine çeşitli kavimlerin rolü ve payını “ vardır. H.Z. Ülken şöyle devam ediyor: “ İstilalar ve göçler nedeniyle Uzak Doğu’dan Batı sınırlarına dek gelmiş olan Türk boyları(kavimleri) bu istila ve göç yolu üzerinde birçok uygarlıkla ilişki kurmuşlar ve onlardan etkilenmişlerdir. Bu arada İslam'dan önce kısmen dinini kabul ederek,ilim ve felsefelerinden esinlendikleri Budizmi, Maniheizmi,Hıristiyanlığı, hatta Judaizmi belirtmeliyiz. Türk düşünce tarihinin bu devrine ilişkin eserlerden önemli bir kısmı kaybolmuş ve kalanlar da Türklerin İslam uygarlığını benimsemelerinden sonra etkisiz bir hale gelmişlerdir...."(H.Z.Ülken,İ.Düşüncesi s:13-16)

Aristo, Hipokrat, Galen, Öklid, Arşimed, Batlamyus ve Plotinus' un yapıtları Arapça' ya çevrildi. Şairler ve müzisyenler, matematikçiler, astronomlar, coğrafyacılar, hukukçular, tarihçiler ve filozoflar, yalnız Batı' nın değil Doğu' nun, Çin ve Hint uygarlıklarının katkılarını da öğrendiler. Bilgiyi daha ileri götürdüler. Bu dönem Büyük Doğu' nun altın yıllarıydı: Çin' de Tang ve Sung (618-1279), Japonya' da Nara, Heian ve Kamakura (710-1392), Kamboçya' da Angkor (800-1250) ve Hindistan' da Çalukya ve Raştrakuta tapınak sanatlarının, Pala, Sena ve Ganga, Pallava, Çola, Hoyşala ve Pandya krallarının (550-1350) zamanıydı. (Yaratıcı Mitoloji s:141)

Abbasiler zamanındaki önemli bilginler:

Felsefede en büyük isimler, el-Kindi ve el-Farabi’dir

El-Kindi ( 800- 873), Bağdatta yaşamış ilk Arap ve Müslüman düşünürü. Eflatun’un ve Aristo’nun eserlerinin Arapça çevirilerinden yararlanan El-Kindi, devlet yönetimi ile ilgili bir düzine “risale” yazmıştı. Bununla birlikte, İslam uygarlığında siyaset felsefesinin kurcusu olarak Farabi bilinir (Osmanlı Kimlği, Taner Timur s: 93) Tanrının varlığını kanıtlama ve ona yaklaşma çabasına karşın gerçek bir akılcıdır(rasyonalist); pek çok noktada İslami dogmadan farklı düşünür. İslam felsefesinde Aristocu akım olan Meşaiyye okulunun kurucusudur. Bu okulun en tanınmışları Farabi ve İbn-i Sina'dır. ( İslamiyet Gerçeği 2 s: 73)Plotinos' un ünlü dokuzlarını çevirmiş ve Aristo' yu Yeniplatoncu öğelerle karıştırarak sunmuştu. O, bir usçudur(akılcıdır, rasyonalisttir). Tanrı' yı kanıtlamaya ve ona yaklaşmaya çalışmıştır. İslam doğa felsefecileriyle tartışmış ve onlara karşı çıkmıştır. Onun kurduğu okulun izleyicileri Ahmed Serakhsi, Ebu Ma' şer Belkhi, Farabi ve İbni Sina' dır.

İslam biliminin altın çağı 9. yy sonlarında başlar. El-Kindi (800-873) ve Ebubekir El-Razi (öl: 925) bu çağın ilk öncüleridir.

“ Araştırmacılığın ve daha genel olarak bilim ve öğrenimin gelişmesinde önemli bir etken de, 9. yy ve sonrasında matematik ve astronomi, fizik ve kimya, tıp ve eczacılık, coğrafya ve tarım, felsefe ve daha pek çok konudaki önemli Yunan eserlerinin Arapça’ya çevrilmesidir. Bu eserlerden bazıları yerel gayrimüslimlerin ellerindeydi; diğerleri ise Bizans’tan özel olarak ithal edilmişti. Çevirmenler eski putperestlerin eylemlerini değerli bulmadıkları için Yunan tarihçilerini çevirmemişlerdir. Müslümanların kendi zengin şiir edebiyatları olduğundan ve zaten şiir çevrilemediği için şairlerin eserleri de çevrilmiş değildir.

Çevirmenler ve onların gerek hükümdar gerekse diğer hamileri öncelikle yararlı olanla ilgileniyorlardı-gelecek kuşakların bir talihi olarak- bunların içinde o zaman bu dünyanın sorunlarıyla uğraşmak ve öteki dünyaya hazırlanmak için insanlara yararlı kabul edilen felsefe de vardı. Barbar ve çoğunlukla ilgisiz Batı’da geçici- ve hatta bazı zamanlar sürekli- olarak kaybolan pek çok önemli Yunan eseri Arapça çevirileriyle bilinmişlerdir. daha sonraları bunlardan Latince çeviriler yapılmıştır. çevirmenler çoğunlukla gerekli dil bilgisine sahip olan gayri müslimlerdi. Metinlerden bazıları doğrudan doğruya Yunanca’dan,diğerleri Yunan orjinallerine dayanan Syriac çevirilerinden yapılmıştır Yunanca dışında başka kaynaklardan, İslamiyet öncesi( s:206) Farsça’sından ve hatta Hintçe’den de çeviriler yapılmıştır. Bilindiği kadarıyla Latince’den bir tek çeviri yapılmıştır: Orosius’un tarihçesi olan bu kitap İspanya’daki Müslümanların tarihi konusunda yararlı bilgiler sağlamıştır,

Daha sonra Batı’ya yüzyıllar boyunca fazla ilgi duyulmamış, ancak çok sonraları pratik nedenlerle bilim adamlarının ve araştırmacıların gözleri ilk kez Batı’ya çevrilmiştir. Bu yeni ilginin farklı yanları iki örnekle gösterilebilir. Osmanlı sadrazamı 1560 yılında Fransa tarihinin Türkçe’ye çevrilmesini istemiş ve çeviri 1570'te tamamlanmıştır. Bu çeviri bir tek metin olarak elimizdedir. Bu tarihten sonra yüzyıllar boyunca batı tarihi ile ilgili bir çalışma yapılmamıştır. Batı ile ilgili diğer bir eser Baha el-Devle (öl: 1510) adındaki bir İranlı hekimin Deneyimlerin Özeti ( Hülasat el-Tecarib ) adlı kitabıdır. El-Devle burada frengi olduğu anlaşılan ve kendisinin ‘Ermeni İltihabı’ veya ‘Frenk vebası’ olarak adlandırdığı yeni bir hastalıktan söz etmektedir. Anlattığına göre bu hastalık Avrupa’da ortaya çıkmış ve oradan İstanbul’a ve başka yerlere yayılmıştır. Hastalık 1498'de Azerbaycan’da görülmüş,oradan Irak ve İran’a geçmiştir. 17. yy geldiğinde Türkçe’de ve diğer pek çok İslam dilinde frengi (Frenk hastalığı) olarak anılan sifilis artık Avrupa’da basılan metinlere dayanılarak ayrıntılı olarak ele alınmaktaydı.

Ortaçağ İslam biliminin başarısı yalnızca Yunan biliminin alınıp korunması ve daha eski ve uzak Doğu unsurlarının benimsenmesiyle sınırlı değildir. Ortaçağ İslam bilim adamlarının modern dünyaya bıraktıkları miras onların çabaları ve katkılarıyla da önemli ölçüde zenginleşmiştir. Yunan bilimi genelde kuramsaldı. Ortaçağ Ortadoğu bilimi daha çok pratikti ve tıp, kimya ,astronomi ve tarım gibi alanlarda klasik miras, bu çağda Ortadoğu’nun deneyimleri ve gözlemleriyle açıklanmış ve desteklenmişti.

Bu süreçlerin iyi bir örneği matematiktir. ‘Arap rakamları’ Hindistan’dan gelmiştir; ama 9. yy’da yeni bir aritmetiğin başlangıç noktası Ortadoğululardır. İslam geometrisi Yunan geometrisi üzerine kurulmuş ve Hindistan öğretilerinden etkilenmiştir, fakat bunu uygulayanlar hem pratikte- kadastro, inşaat ve silahta- hem kuramda yeni ve özgün olan pek çok şey eklemişlerdir. Trigonometri bir ölçüde ve cebir tümüyle bir ortaçağ Ortadoğu buluşudur. Daha ünlü mucitler arasında, Doğuda matematik yazıları ve Batı’da boş zamanlarında yazdığı dörtlüklerle ünlü olan cebirci Ömer Hayyam (öl: 1311) vardır. Bu bilim adamlarının önemli bir bölümü,özellikle de hekimler, Hıristiyan ve Musevi idiler. Çoğunluğu yerel halktan olmakla birlikte bazıları Avrupa'daki baskılardan kaçmış kişilerdi. Ancak Müslüman meslektaşlarıyla bir tek bilimsel toplum oluşturmuşlardır ve eserleri de bölgenin ortak ortaçağ İslam uygarlığına dahildir. Eserleri Latince’ye çevrilen ve Avrupa’da okunan bazı büyük İslam yazarları modern bilimini gelişmesine büyük katkılarda bulunmuşlardır. Örneğin Avrupa’da Rhazes olarak (s: 207) bilinen ve belki de ortaçağ hekimlerinin en büyüğü olan ve çiçek hastalığı konusunda bir eseri bulunan Tahran yakınlarındaki Ray kentinden Muhammed ibn Zekeriya el-Razi (öl: 920) bunlardan biridir. Buharalı büyük İbni Sina (980-1037)nın büyük tıp ansiklopedisi Tıp Kanunu Latinceye 13. yy’da çevrildi.

Kağıt.

Edebiyat ve öğrenimin, daha genel olarak eğitimin ilerlemesi her ikisi de Uzakdoğu kökenli olan iki icat sayesinde olmuştur. Bir Çin icadı olan kâğıt 751 yılında Araplar’ın Orta Asya’da Çinlilerle bir çarpışma sonunda Çinli kağıt yapımcılarını ele geçirmeleriyle başlamıştır. Bu Çinliler mesleklerini İslam dünyasına tanıtmışlar ve kısa bir süre sonra kağıdın önce kullanımı, sonra da üretimi Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya ulaşmıştır. Papirüs, parşömen gibi daha eski ve yetersiz yazı malzemesinin yerine kağıdın geçmesinin Ortadoğu toplumu üzerinde çeşitli etkileri olmuştur. Bir yandan ucuz ve hızlı kitap üretilmiş bu da eğitim ve araştırmalarda yardımcı olmuş;diğer yandan hem devlet hem ticarette kırtasiye işlerini çoğaltmış ve kolaylaştırmıştır. Bir Arap vakanüvisine göre Halife Harun Reşit, üzerine yazılan bir şeyin iz bırakmadan değiştirilemeyeceği veya silinemeyeceği için devlet dairelerinde kağıt kullanılması için emir vermiştir.
Matbaa

Ortadoğu’daki İslam toplumu, bir başka Uzakdoğu icadı olan matbaaya daha çok direnmiştir. 15. yy’da Avrupa’da hareketli harflerle baskı tekniğinin icadı veya yeniden icadı Osmanlı topraklarında dikkat çekmemiş değildi;Sultan 2. Bayezid 1485'te bir fermanla matbaayı yasaklamıştır. Birkaç yıl sonra İspanya’dan gelen Musevi göçmenler bu yeni kitap basım teknolojisini de getirdiler. 16. yy başlarında Museviler İstanbul ve Selanik’te daha sonraki yıllarda da diğer Türk kentlerinde matbaalar kurdular. Bunlara Türkçe ve Arapça baskı yapmamaları koşuluyla izin verildi. Matbaayı İslam metinleri ve hatta İslam dilleri için kullanmanın dine küfür olduğu düşünülüyordu. Kalemiye sınıfının ve hattatların güçlü çıkarlarının da yasaklamayla bir ilgisi olması mümkündür. Musevi matbaaları bu yüzden İbranice kitaplarla bir iki Avrupa dilinde kitap bastılar. 1567'de Venedik’te tipografi öğrenmiş Tokat’lı Abgar Tibir tarafından İstanbul’da bir ermeni matbaası kuruldu. 1627'de ise Oxford’da Balliol Koleji mezunu olan Sefalonyalı Nikodemus Metaxas İngiltere’den ithal ettiği makine ve hurufatlarla bir Rum matbaası kurdu. Ermeni ve Rum matbaacılar da Musevilerle aynı kısıtlamalar içindeydiler.

16. yy başlarında İtalya’da Arapça hurufat yapıldı ve Arapça baskı yapan matbaalar kuruldu. Bunlar Doğu’nun Arapça konuşan Hıristiyanları için İnciller, dua kitapları ve diğer dini yayın basıyorlardı. Elimizde Arapça harflerle basılmış en eski kitap,1514'te Kilise devletlerinde, Fano’da basılmış olan Hıristiyan duaları kitabı horologium breve ’dir. Bu arada dini olmayan bazı kitaplar, İbn Sina’nın Tıp kanunu,bazı coğrafya eserleri ve 1538 yılında Paris’te Arapça bir gramer basılmıştır. Şarkiyatçıların ortaya çıkmasıyla klasik Arap metinleri de giderek artan sayılarda basılıyordu. Bunlardan bazıları Ortadoğu ülkelerinin özel kitaplıklarına kadar gidebilmişlerdir.

Ortadoğu’da Arapça harflerle baskıya ancak 18. yy başlarında izin verilmiştir.

Bu girişimi 1721'de Osmanlı sefiri olarak Paris’e giden babasının yanında bulunan Said Efendi adında bir genç başlatmıştır. Orada hem baskı sanatına hem de bunun yararlılığına ilgi duyup inandığı anlaşılıyor. Said Efendi Türkiye’ye dönünce başkentte bir matbaa kurmak için sadrazamın desteğini elde etmeye çalıştı. Hem mesleki hem tutucu muhalefete karşın bunda başaralı oldu. İşbirliği yaptığı kişilerin başında ilk Türk matbaasının kurucusu ve müdürü olan İbrahim Müteferrika geliyordu. Macaristan’da doğmuş olan Müteferrika Müslüman olmuş,Osmanlı devleti hizmetinde çalışmıştı. Said Efendi ile birlikte matbaanın yararlılığı hakkında bir rapor yazıp sadrazama sundu. beklenmedik bir yerden destek bulmuştu: başkent müftüsü ve imparatorluğun Müslüman hiyerarşisinin başı. Din dışındaki konularda Arap harfleriyle Türkçe kitap basılması hala yasaktı. Sonunda 5 Temmuz 1727'de padişah fermanıyla bir Türk matbaasının kurulması ve Türkçe kitaplar basılması için izin (s: 209) çıktı. Makineler ve hurufat önce kentteki Musevi ve Hıristiyan matbaalardan sağlandı ve Musevi dizgicilerden yararlanıldı. Daha sonra Avrupa’dan,özellikle her ikisinde de Arapça matbaalar bulunan Hollanda’da Leiden’den ve Paris’ten makineler ithal edildi. İlk kitap olan iki ciltlik bir sözlük 1729'da basıldı. Birinci ciltte editörün girişinden sonra padişahın matbaa kurulmasına izin veren fermanı, şeyhülislamın matbaanın caiz olduğunu belirten fetvası ve imparatorluğun iki baş kadısının onay belgeleri yer almaktadır. Bunların ardından da matbaanın yaralarını anlatan bir yazı gelmektedir.

İbrahim Müteferrika, 1745'te öldüğünde aralarında gramer,askeri olaylar, coğrafya,matematik ve özellikle tarih kitapları da olmak üzere on yedi kitap basılmıştı. Bu sayının ve baskı adetinin az olduğu açıktır. İlk iki kitap biner,üçüncüsü bin iki yüzer ve ger i kalanlar beş yüzere adet basılmıştı. Ancak bunlar, İslam dünyasının entellektüel yaşamında yeni bir çağın başladığını belirtmekteydiler.

Ortadoğu İslam uygarlığı en doruk noktasındayken insan uygarlığının o tarihe olan en yüksek noktasıydı.

O dönemde ileri ve gelişmiş ve belki de bazı alanlarda İslamiyet’in önünde olan Hint, Çin ve daha az derecede olmak üzere Avrupa uygarlıkları da vardı. Ancak bunların hepsi temelde yerel, en fazla bölgesel uygarlıklardı. İslamiyet, sözcülerinin, kendilerine emanet edilen doğruların evrensel olduğunu, dünyanın tüm halklarına Tanrı’nın son kelamını getirmekle yükümlü olduklarını söyledikleri ilk din değildi. Ancak Müslümanlar, bir tek ırkın veya bölgenin ya da kültürün sınırları ötesinde dini bir uygarlık yaratarak bu hedefe erişmekte önemli ilerlemeler kaydeden ilk toplumdu. Ortaçağda İslam dünyası çok uluslu, çok ırklı, polietnik ve birçok kıtaya yayılmış durumdaydı.

S. D. Goitein’in yerinde deyişiyle, İslam dünyası hem zaman hem de mekan bakımından ‘ara uygarlıktı’. Dış sınırları Güney Avrupa’da, Orta Afrika’da, Güney, Güneydoğu ve Doğu Asya’daydı ve bütün bunların unsurlarını kucaklıyordu. Antik çağ ve modern çağ arasında olması açısından zamanlar arasıydı. Avrupa ile Helenistik ve Musevi-Hıristiyan geçmişi paylaşıyor ve onu uzak ülkeler ve kültürlerin unsurlarıyla zenginleştiriyordu. Helenistik antik çağdan modern zamanlara uzanan çeşitli yollarda Yunan veya Latin Hıristiyanlığından çok Arapların İslam uygarlığı, modern ve evrensel uygarlığa doğru ilerlemede bir vaat taşımaktaydı.

Ancak Ortadoğu İslam uygarlığı yaratıcılığını, enerjisini ve gücünü kaybederken,gücü giderek artan, Hıristiyan Avrupa’nın o zamana kadar yoksul, zayıf, tek renkli kültürü olmuştur. Ortadoğu uygarlığının bundan sonraki gelişmesi, bu kaybın artan ölçülerde fark edilmesi, nedenlerinin araştırılması ve eski görkemine yeniden sahip olma arzusuyla gölgelenmiştir.”(B.Lewis, Ortadoğu,Sabah Kitapları s: 206-210)

Zekeriye Razi (850-930) ünlü yapıtı “El-Havi ”'de yalnızca daha önce bilinen ilaçlardan söz etmekle yetinmemiş, bunalara yeni saptadıklarını da eklemiştir.

Ebu Hanife Dinaveri ( 895-992) “Kitab-ül Nebat” adlı bir botanik kitabı yazmıştır. Bu yapıtında bitkilerin yalnızca tıbbi özelliklerinden değil, onların fizyolojik özelliklerinden de söz etmiştir.(Z. Tez, K. Tarihi s:62).

Yukarıdaki satırlarda,Osmanlıların mirasçısı oldukları siyaset felsefesine, kökeni bir yandan Hint-İran geleneklerine, öte yandan da neoplatonist senteze giden iki akımın egemen olduğunu söyledim. Bunlar “adalet”e dayanan ve birbiriyle uyum halinde tabakalardan oluşan bir devlet yapısında ifadelerini buluyorlardı. Osmanlı yazmaları bu konularda bir yandan klasik eserleri kullanırken, öte yandan da- kendi deneyimlerini yansıtan- kitaplar yazmışlardır. Bunların çoğundan söz etmek olanağımız olmadığı gibi, böyle bir şeyi, eserlerin çoğu kez birbirlerini tekrarlamaları yüzünden çok yararlı da görmüyoruz. Aşağıdaki satırlarda önemli bulduğumuz bazı eserleri anmakla yetineceğiz

Osmanlıların devlet yönetimi ve yurttaşlık görevleri ile ilgili konularda değer verdikleri eserlerin bir kısmı 11. ve 12. yy’larda Gazneli Mahmud’un ve Selçuklu hükümdarlarının istekleri üzerine yazılmış Siyasetname ve Nasihatname’lerdir. Bunladan Keykavus İbn Kabus ’un “Kabusname” si 2. Murat’ın arzusu üzerine Mercimek Ahmed tarafından Türkçe’ye çevrilmiş ve sultana sunulmuştur. Yine aynı dönemde Melikşah’ın ünlü veziri Nizam-ül Mülk’ün Siyasetname’si de Osmanlı ulemasının bildiği ve incelediği bir eserdi. Bunlara Feridun al- Attar ’ın 12. yy’da yazdığı “Pendname”yi ekleyebiliriz. Eser, Kanuni Sultan (s: 94) Süleyman zamanında Türkçe’ye de çevrilmiş ve yalnızca 19. Yy içinde sekiz kere basılmıştır. Bu eerlerden Siyasetname daha çok devlet yönetimine ağırlık verirken ve “ikta” gibi yeni ilkeler önerirken, diğerleri ahlaki ilkeleri ön planda inceliyorlar ve bireyşsel erdemleri sıralıyorlardı. Bu Nasihatnameler özellikle iktisadi felsefeleri itibarıyla tutucu bir dünya görüşü içermektedirler. Pendame sadeliği ve fakirliği överken, Kabusname meşru kazanılmış servetleri savunuyor; fakat borcu ve faizi şiddetle eleştirdikten sonra fertlere fazla paralarını gömmemelerini öneriyordu. Bu fikirler eserlerin yazıldıkları tarih gözönünde bulundurulursa bir ölçüde normal karşılanabilir. Fakat bunların Osmanlı uleması tarafından 19. yy’da bile beğenildikleri ve benimsendikleri düşünülürse sözü edilen tutuculuğun anlamı anlaşılır.

Osmanlı Devletinde siyaset felsefesi açısından daha çok eski Yunan düşüncesini nakleden yazarlardan da Nasreddin Tusi ile Celaleddin Davvani özellikle anılmaya değer. Bunlardan Nasreddin Tusi’nin 13. yy’da kaleme aldığı “Ahlak-i Nasıri” adlı eseri, Davvani’nin 15. yy’da Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’a sunduğu “Ahlak-i celali” sine temel oluşturmuştur. Her iki yazar da eserlerini üç bölümde geliştiriyorlardı. Önce, bireysel planda ahlak erdemleri ve kusurları inceliyorlar, sonra o dönemin iktisadi görüşlerini temsil eden ilkeleri ele alıyorlardı. Asıl siyasal düzenle ilgili ilkeleri ise üçüncü bölümde ortaya koyuyorlardı. Bu bölümde N.Tusi ve onun içinde C. Davvani özellikle Farabi’nin Medine-i Fadıla’sından (s: 95) yararlanmışlardır. “Siyaset” bölümünde yazarlarımız adalete dayanan “erdemli toplum’”un özelliklerini saydıktan sonra bunun karşıtı olan topmun tiplerini ("Medine-i Gayrı Fadıla”) sıralıyorlardı. Bu konuda Aristo’nun sınıflandırmalarından yararlanan N. Tusi, şiddete ve despotizme dayanan toplum tiplerini “Medine-i Cabbaran”) yeriyor ve “adalet”i savunuyordu. Yazara göre “adalet herkesin toplumdaki yerini korumasını ve onu aşmamasını gerektiriyor”du. Görüldüğü gibi,burada da katmanlara ayrılmış, hiyerarşik bir devlet anlayışı iyle karşı karşıyayız. Bu konuya Osmanlı yazarlarından söz ederken tekrar döneceğiz. Tusi ve Davvani’nin eserleri hakkında son olarak şunu belirtelim ki, yazarlarımız kitaplarını Eflatun ve Airsto’dan siyasal ilkeler ve öğütler naklederek bitirmektedirler.

Gerek N. Tusi gerekse C. Davvani Osmanlı uleması tarafından çok iyi biliniyorlardı. Fatih devri alimlerinden Tursun beye, sultana tebaası arasındaki ilişkilerin niteliğini açıklarken özellikle Farabi ve Tusi’den yararlanmıştır.(H.İnalcık). C. Davvani de Taşköprüzade tarafından Türkçeye çevrilmiş ve İnalcık’ın belirttiğine göre Osmanlı uleması arasında “çok rağbet görmüştü.”

( Taner Timur, Osmanlı Kimliği s: 93-96 )

**

Apocryphe Eserler

Bu devrede İslam felsefesinde bazı apocryphe eserler çok yayılmış bulunuyordu. Bunların etkisi o kadar büyük oldu ki filozoflar bazen ana kitapları unutup bunlar üzerinde kafa yordular. Bunlardan en önemlileri uzun bir süre Arsito’ya mal edilmiş olan Kitab-ül-esolocya’dır. Bu eser Theologie kitabının çevirisidir ve Aristo’ya ait değildir. Kimin yazdığı da bilinmiyor... Fakat Plotinos’un Kitab-üt-tasuat ‘ının önemli parçalarından alınmış ve biraz değiştirilmiş bir eserdir. Bununla birlikte Eflatun’un Devlet’i, Aristo’nun Metafizik’i ve Plotinos’un Enead’ları başlıca dört neden kuramının Yeni Eflatunculuk kuramıyla açıklar ve nedenler Yeni Eflatunculuğun hipotezleri arasında şu tip ilişkiler kurar:

Gai neden- Allah

Suri neden- Akıl

Muharrik neden- Ruh

Maddi neden-Tabiat

Özetle bu dört neden, doğanın yukarıdan aşağıya dört derecesini (mertebesini), dört hipotezini ve Yeni Eflatunculuğun sudur (çıkış) kuramını temsil eder. Kitabın çok şematik ve telkin edici oluşu, Doğu'da son derece etkili olmasını sağlamıştır...

İkinci apocryphe eser Kitab-ül-ilel (De Cause) dir. Bu kitap, Porphyrios’un (s: 174) eserlerin alınmış parçalardan oluşur. Ötekinden daha açık bir Yeni Eflatunculuk egemendir. Aristocu eğilim daha gerçekçidir. Diğerleriyle birlikte El-Kindi’den sonrakiler üzerinde etkili olmuştur. Gariptir ki Farabi, bu eserleri incelemiş ise de onları eleştirirken Aristo’yu eleştirdiğini sanmıştır.

(H.Z.Ülken, İslam Düşüncesi, Ülken Yuyınları İstanbul, 1995, s: 161-175 )

Kaynakça

1. Hançerlioğlu,Orhan; Düşünce Tarihi,Remzi Kitabevi , Eylül-1995

2. Lewis,Bernard; Ortadoğu- Hıristiyanlığın Doğuşundan Günümüze Ortadoğu’nun 2000 Yıllık Tarihi(1995), Çeviren: Mehmet Harmancı, Sabah Kitapları,1996

3. Mahmud, S.; İslamTarihi

4. Tez, Zeki; Kimya Tarihi,V Yayınları-Birinci Basım, Kasım 1986

5. Timur,Taner; Osmanlı Kimliği

6.T urgut,İhsan; Yeni Felsefe,İzmir 2001

7. Ülken,Hilmi Ziya; İslam Felsefesi,Ülken Yayınları ,İstanbul 1998

8. Ülken, Hilmi Ziya ; İslam Düşüncesi- Türk Düşüncesi Tarihi Araştırmalarına Giriş,Ülken Yayınları-İstanbul 1995

9. Yıldırım, Cemal; Bilim Tarihi(1974), Remzi Kitabevi (1983)

10. Zahoor, Dr. A. : http://users.erols.com/zenithco/index.html,atominsan.com için Çev: Orçun Zorlular

Related Posts with Thumbnails

Bu yazıya Not Ver !


Get your own Chat Box! Go Large!

Nickinizi Değiştirmek için Kendi Nickinize Tıklayın !!!

Film izle komedi komik