7 Nisan 2007 Cumartesi

Mehmet Akif Ersoy dosyası

Eyüp Beyhan

ÇAĞDAŞ NESLİN MİLLİ MİMARI MEHMET AKİF ERSOY

Türk, şair. İstiklal Marşı’mızın yazarı. İstanbul’da doğdu, 27 Aralık 1936′da aynı kentte öldü. Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabıyla tarih düşerek ona “Rağıyf” adını vermiş, ancak bu yapma kelime anlaşılmadığı için çevresi onu “Âkif” diye çağırmıştır. Babası Arnavutluk’un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı’dır. Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih’te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti’ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi’ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye’de “hürriyetçi” öğretmenlerinden etkilendi. Fatih camii’nde İran edebiyatının klasik yapıtlarını okutan Esad Dede’nin derslerini izledi. Türkçe, Arapça, Farsça, ve Fransızca bilgisiyle dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye’nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa’nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı. Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı. 1889′da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi’ni 1893′te birincilikle bitirdi.

Ziraat Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan’da köylülerle yakın ilişkiler kurma olanağı buldu. İlk şiirlerini Resimli Gazete’de yayımladı. 1906′da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907′de Çiftçilik Makinist Mektebi’nde hocalık etti. 1908′de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı. 1908′de II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Eşref Edip’in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı.

1913′te Mısır’a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine’ye uğradı. Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi’nde kitabet ve Darülfununda edebiyat dersleri vermeye devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti.

I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gizli örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin’e gönderildi. Burada Almanlar’ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı’nın akışını Berlin’e ulaşan haberlerden izledi. Batı uygarlığının gelişme düzeyi onu derinden etkiledi. Yine Teşkilât-ı Mahsusa’nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid’e ve savaşın son yılında profesör İsmail Hakkı İzmirli’yle birlikte Lübnan’a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi. Savaş sonrasında Anadolu’da başlayan ulusal direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir’de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920′de Dâr-ül Hikmet’deki görevinden alındı.

İstanbul Hükümeti Anadolu’daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu’da yayımlanmaya başladı ve Mehmed Âkif bu vilayette halkın kurtuluş hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü. Nasrullah Camii’nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır’da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı. Burdur mebusu sıfatıyla TBMM’ye seçildi. Meclis’in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921′de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart’ta birinci TBMM tarafından kabul edildi. Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır’da geçiren Mehmed Âkif, laik bir Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması üzerine Mısır’da sürekli olarak yaşamaya karar verdi. 1926′dan başlayarak Camiü’l-Mısriyye’de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı. Bu gönüllü sürgün yaşamı sırasında siroz hastalığına yakalandı ve hava değişimi için 1935′te Lübnan’a, 1936′da Antakya’ya birer gezi yaptı. Yurdunda ölmek isteği ile Türkiye’ye döndü ve İstanbul’da öldü.

Yaşayan Akif Fikir ve şiir dünyamızda eşine az rastlanan bir dehanın aramızdan ayrılışını hatırlamak ve onu sevgiyle yad etmek, Asım’ın nesli olan gençlerin görevi olmalı.Edebiyat tarihimizde mazlumun yanında ve onun dostu olan M. Akif, bu dünyada yalnız yaşadı ve yalnız öldü. Çevresinde üç beş kişi kalmış “Rejim muhalifi” damgasını yemiş eski bir şair olarak “İstiklal Marşı” şairi için hazırlanmış dramatik bir sondu bu.Dirilerden çok ölülerin mücadele verdiğini söyleyebiliriz. Süleyman Nazif, Akif’in Çanakkale Şehitleri şiirini okuyunca:“Allah’ın şehitleri olduğu gibi, şairleri de var.” demiştir.O’nun sağlığında ölüme mahkum edilmiş gibi geçen yılları olmuştur. Öldükten sonra ise, daha çok tesirli olduğu, bir nevi ikinci hayat yaşamaya devam ettiği söylenebilir.Bu inanmış insanın, şiiri, tebliğ ve telkin vasıtası olarak görmesi neticesinde kitabı olan Safahat’ında inandıklarını haykırmıştır:“Hayal ile yoktur benim alışverişim,
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.”Şiir, O’nun elinde yüksek ifade imkanlarına kavuştu. Büyük fikir taşıyıcı manzumeler, burada feryat, figan ve isyanlar şiirleşir. Şiirlerinde devrinin sokağını, kahvesini, mektebini, evini, camiini ve her meşrepten insanı buluruz.Akif, son Safahat’ında yer alan “Gece, Hicran, Secde” şiirlerinde bambaşka bir yüzünü ortaya çıkarır. Bütün hayatı boyunca şairliğini, sanatkar yönünü bir tarafa koymuştur. Bu şiirlerinde gerçek şiir hareketleriyle karşımıza çıkar.

Şiirden kaçan Akif, memleketinden kendini sürgün etmek zorunda kaldıktan sonra bunun aksine şiire yakalanmaktan da kurtulamadı.O, inanmış bir insandı. Bu sıfatı önce gelmek kaydıyla şairdi, düşünürdü. Şiiri, tebliğ, telkin, düşünce için toplumu iyiye götürmek için bir araç saymıştı. Kendi yüksek şiir kudretinin ihtirasını, toplum dertlerinin önünde tutsaydı şüphesiz şiirde, şairlikte daha büyük başarılar kazanırdı. Fakat halkın en dertli günlerinde O ızdırap içinde yaşamayı tercih etti. Onun şiir külliyatını bir fikir kitabı olarak okumak, üzerinde düşünmek, incelemeler yapmak mümkündür. Akif’in kaleminden çıkan vezinli, kafiyeli fikirler yaşadığı dönemde bazılarının hoşuna gitseydi, göklere çıkarılırdı. Fikir ve iman cephesi hoşa gitmediğinden hem şairliği, hem de şahsiyeti saldırılara maruz kaldı. Malum ideoloji, Akif’i hazmedemediği için gündem dışında tutmak istedi.Onun şahsiyetine, inancına karşı çıkan birçok şöhret ölümünden sonra unutulup gitmelerine rağmen M. Akif’in şiirleri ezbere okunmakta, düşünceleri gençlere ışık olmaktadır. Böylece fikir ve şiirleri etkisiz kılınamamıştır.Milli Mücadele ya da Kurtuluş Savaşı konusunda alışılmış resmî görüşün dışında bir çerçeveye oturtulduğu dikkati çekecektir. Milli Mücadelenin gerçek konumunun bilinmesi, M. Akif’in şahsi tutumunun doğru olarak değerlendirilmesine de imkan sağlayacaktır.Resmi sessizliğe ve hatta olumsuz tutuma rağmen halkın ve gençliğin geniş ilgisiyle kucaklanan M. Akif kimdi ve bu sevgi selinin çoğalmasına sebep neydi?1923 sonrasında Türkiye’de deniz tükenmişti. Ülkenin “İstiklal Marşı”nı yazan bir şairin ne yazsa, ne söylese suç olduğu bir takvimde, başlık klişesini oradan oraya taşıyıp yayımladığı Sebilürreşad’ın yayımına Takrir-i Sükun Kanunu ile süresiz son verilmişti. Böyle bir şahsiyet için ülke yaşanılır olmaktan çıkmıştı. Şair ve düşünür kimliği ile ülkenin insanlarına hizmet etmesi artık mümkün değildi.Şu iddia belki aşırı bulanabilir: Akif, o yıllarda Türkiye’de kalsa ve hiç bir şey yapmayıp köşesinde otursaydı hayatı belki garanti edilemezdi. “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem. Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.” diyen, hak namına haksızlığa ölse tapamayan, düşündüğünü ve inandığını da yapamayan için bu yol tamamen kapanmıştı.

“Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir…” diyen Akif, bir yerlerden Türk bayrağı bulan üniversiteli gençler, Beyazıt Camii’ni doldurdular. Cenaze namazından sonra, mezarlığa kadar hiç kimse tarafından davet edilmeyen bir büyük kitle, hayatı ile eseri iç içe girmiş olan bu örnek şahsiyeti ebedî yolculuğuna uğurladı.Cumhuriyet tarihinde kendisinden önce hiç kimseye nasip olmayan bir cemaatle son yolculuğuna uğurlanan, Tacettin Dergahı’nın bahçesindeki toprağı avuçlayıp: “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda.” diye gözyaşları arasında yazdığı İstiklal Marşımızla defnedilen şair, İstanbul’un fethinden sonra şehrin toprağına kendi eseriyle verilen ilk ölüdür. Ruhu şad olsun.

Akif’ i Doğru Okumak

Âkif, fikir ve sanat hayatımızın bugün de gündeminde olan bir isimdir. Fakat ortada çok farklı Âkif portreleri var. Halkımızın neredeyse tamamına yakını, fikir ve sanat ehlinin ise büyük bir bölümü Âkif konusunda müsbet görüşlere sahip olmasına rağmen, kimileri geçmişte de örnekleri görüldüğü gibi hâlâ Âkif muhalifi. Ama kanaatler ne olursa olsun Âkif, yaşıyor, hakkında konuşulup tartışılıyor. Fakat okunup anlaşıldığını yani doğru okunup doğru anlaşıldığını söylemek oldukça zor görünüyor.Bu zorluğu geçmeden önce Âkif’i bugüne getiren özelliği üzerinde durmak gerekir. Çünkü, pek çok fikir ve sanat adamı bugün için ancak edebiyat tarihlerinde bir yer işgal ederken Âkif canlılığını fiilen sürdürmesi üzerinde gerçekten düşünülmelidir. Âkif, şüphesiz ki büyük bir şairdi. Bir fikir ve aksiyon insanıydı. Dolayısıyla bütün bunlar, Âkif’i bugüne getiren sebeplerdir. Fakat, bütün bu özelliklerinden önce bence Âkif’i büyük ve hâlâ yaşıyor kılan sebep, onun ahlâkıdır. İlkeli tavrı ve inançlarındaki samimiyetidir. Bu yönleriyle o, hemen herkes için idealist bir insandır. Dolayısıyla Âkif’i bu gün için de doğru anlamanın yolu önce bu yönünü görmekten geçiyor. Zira bilgi, fikir bakımından malumat deposu olmuş pek çok insana rastlanabilir ama idealist ve ilkeli insanların sayısı son derece azdır. Durum böyle olunca da vicdan sahibi her insan, onun şiirlerini sevmese, fikirlerine katılmasa hatta düşmanı dahi olsa ahlakı ve şahsiyeti konusunda müsbet sözler söylemeden edemiyor. Çünkü onda sanat da fikir de önce bir insan ve millet meselesi olarak ortaya çıkıyor. İşte böyle insanlar toplumların özellikle sıkıntılı dönemlerinde hep bir umut ışığı olarak yeniden gündeme gelir.Yaşayan Âkif’i doğru anlamanın ikinci önemli yolu da onu ciddi anlamda okumadan geçiyor. Zira onun birkaç mısraına bakarak ortaya bir portre çıkarmak doğru olmaz. Ne yazık ki, bu talihsiz tutum Âkif’in başına hep gelmiştir. Onu kısmi bakış açısıyla değerlendirenler, bir mısraına bakıp pekala medeniyet düşmanı ilan edebiliyorlar. Milli bir şair olmasından kuşku duyabiliyorlar. Bu tür tutumların örneklerini çoğaltmak mümkündür. Fakat, netice değişmemektedir. Öte yandan Âkif, okunur ve değerlendirilirken devrinin dünya ve ülke şartlarının da iyi bilinmesi gerekmektedir. Onu bugünün şartları içinde değerlendirenler, elbette doğru sonuçlara ulaşamazlar.Akif’i okumanın önündeki bir başka büyük engel de ideolojik ve ön yargılı yaklaşımlardır. Böyle bir tutumla Âkif’e eğilenlerin, karşılarında doğru dürüst bir Âkif portresi bulabilmeleri imkansızdır. Durum böyle olunca kendi söylediklerinin de bir değer ve önemi olmayacaktır. Böylesine yaklaşımlar, kimseye olduğu gibi sahiplerine de hiçbir şey kazandırmayacak, olsa olsa kafa karışıklığını artıracaktır. Bu meselede söylenmesi gereken bir husus da kavramların anlam haritalarının sürekli değiştiğinin dikkate alınmasıdır. Dün için mesela milliyetçiliğin, batıcılığın, islâmcılığın taşıdığı anlamla bu günkü anlamlar oldukça farklıdır. Öte yandan kavramları hangi dünya görüşüne göre tanımlandığı da bir başka önemli husustur. Âkif okunur ve değerlendirilirken bu konu üzerinde de durulması gerekir.Bütün bunlar dikkate alınarak okunduğunda karşımıza gerçeğine daha yakın bir Âkif portresi çıkar. Buna bugün için de büyük bir ihtiyaç vardır. Zira Âkif’in dile getirdiği meseleleri hâlâ çözebilmiş değiliz. Türkiye’de ve dünyada yıllar ve şahıslar değişmiş olsa de olayların mantığı ve muhtevası hep aynıdır. Dolayısıyla Âkif’in doğru okunması ve anlaşılması günümüz fikir ve sanat hayatı için de önem taşımaktadır. Buna hem Âkif’i sevenlerin hem de muhaliflerinin ihtiyacı vardır.Âkif, bence kişilik, sanatkarlık ve fikir adamı yönüyle önümüzde hâlâ aşılamamış idealist bir örnek olarak durmaktadır. Âkif’i tartışmak yerine onu önce okumak ve anlamak çabasının kültür ve düşünce dünyamıza daha çok şey kazandıracağına inanıyorum.
Mehmet Akif ve Çağdaş Bilim

Bilim, hayat ve kainatın uyduğu kanunları araştırıp açıklayan ve varlıklar arasındaki ilişkiyi tespit etmeye çalışan bağlantılar sistemidir. Ünlü bilim felsefecisi Popper bilimi “sonuçları ve ifadeleri gözlem ve deneyle denenip çürütülebilecek faaliyetlerin tümü” diye tarif etmiştir. Teknoloji ise, üretilen malları, üretimde kullanılan makine ve emeği, toplumun sosyal, kültürel ve psikolojik varlığını içine alır. Arzulanan hedefleri ve bu hedeflere nasıl ulaşılacağını kapsayan ileriye dönük bir bilim programına da “bilim politikası” denir. Bilim, teknoloji ve bilim politikası son derece önemlidir. Çünkü bir ülke bilim ve teknolojide başarılı olamayınca geri kalmaktan kurtulamaz; milli güvenliğini ve bağımsızlığını koruyamaz. Sekizinci yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar dünya biliminin öncüleri Müslüman bilginlerdi. Bu dönemden sonra Avrupa’da bilim ilerlemeye başlarken; Doğuda önce durakladı ve onaltıncı yüzyıldan sonra da iyice geriledi. 1631 yılında Koçi Bey tarafından Dördüncü Murat’a sunulan risalede “Bilginin devamı bilginlerledir.O yüzden yüce ataları zamanında bilgiye ve bilginlere olan hürmet ve ikram hiç bir devlette olmamıştır… Bugün ilim yolu dahi fevkalade bozulmuştur… İlmiyeye ait yüksek makamların şunun bunun aracılığı ile verilmesi doğru değildir.” denmektedir. 1699 Karlofça Barışı’ ndan sonra bilim ve teknikte geri kaldığımız iyice anlaşılmış; bazı devlet ve fikir adamları bu mesele üzerinde kafa yormaya başlamışlardır. 1839 Tanzimat hareketini izleyen yıllarda bilim ve teknik Türk Edebiyatı’na da girmiş ve genel olarak yüceltilmiştir. Diğer taraftan, 1849′dan itibaren Avrupa’ya devamlı öğrenci gönderilmiş, böylece ilim ve fendeki açık kapatılmak istenmiştir. Ne yazık ki, Türkiye bilim yarışında bugüne kadar başarılı olamamıştır. Dünyanın en uzun ömürlü imparatorluğunu kuran ve dünya liderliğini çok uzun süre elinde tutan Türk’lerin başaramadığını, tarihte büyük devlet olamamış Japonlar kısa sürede başarmışlardır. Japonya Batıyla temasa 1854 yılında başlamış; 1868′de Meiji (ışık) devrimini yapmış ve 1905′de Avrupa ülkeleri seviyesini yakalamıştır. Japonlar, Batıda üstün olan her şeyi almış, geleneksel kurumlarını korumuş, en eski ile en yeniyi yan yana, uyum içinde yaşatmıştır. İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy (1873 - 1936) 1893 yılında Baytar ve Ziraat Mektebini birincilikle bitirmiş, fen bilimlerinin önemini kavramış, Pasteur’e ve Onun şahsında bilime hayranlık duymuştur. Ayrıca Akif Almanya’yı görmüş ve İslam ülkelerini gezerek Doğunun sefil ve perişan durumunu yakından tespit etmiştir. Akif’in topluma olan mesajları Safahat adlı kitapta toplanmıştır. Safahat 7 ayrı kitaptan ibarettir. Akif, bu kitaplarda milletinin dertlerini ve ıstırabını şiirin gücüyle terennüm etmiş, her kesimden insanımıza, özellikle gençlere yol göstermiş, karanlıktan aydınlığa çıkabilmenin çarelerini araştırmıştır. O, çağdaşları içinde bilimi en fazla öne çıkaran bir şair ve düşünürdür. Safahat’ın 1908 - 1910 yılları arasında yazılan birinci kitabında, “Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur !” diyen Akif, ikinci kitapta Doğudaki eski ünlü ilim merkezlerinin mevcut acıklı durumunu gözler önüne sermiştir:

“O Buhara, o mübarek, o muazzam toprak;
Zilletin koynuna girmiş uyuyor mustağrak !

İbn-i Sina’ları yüzlerce doğurmuş iklim,
Tek çocuk vermiyor ağuşuna ilmin, ne akim !

O rasad-hânei dünyâ, o Semerkand bile;
Öyle dalmış ki hûrâfâta o mâzisiyle.”

“Sayısız medrese var gerçi Buhara’ da bugün…
Okunandan ne haber ? On para etmez fenler,

Ne bu dünyada soran var, ne de ahirette geçer !”.

Akif, hem bilimde ileri gittikleri hem de eski kültürlerini korudukları için Japonlara hayrandır. Fikret gibi bazı çağdaşlarının aksine O, Batının ilmini ve yararlı şeylerini almamızı, zararlı unsurları ise gümrükten içeri sokmamamızı ister. Medeniyet girebilmiş ancak fenniyle…
O da sahiplerinin lâhik olan iznile. ……………Garbın eşyası, eğer kıymeti haizse yürür;
Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür !

……………

Alınız ilmini garbın alınız san’ atını;
Veriniz hem de mesainize son süratini.

Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyeti yok san’atın ilmin; yalnız,

Süleymaniye Medreseleri O’na ilmin dine saygılı olması gerektiğini düşündürür :

Evet, medaris o vahdetsarayı muhteşemin
Önünde: hürmetidir dine her zaman ilmin.

Bilimin ilerlemesi ve birinci sınıf bilim adamlarının yetişmesi gayret, hürmet, destek ve istikrar ister. Düşünce, inanç ve teşebbüs özgürlüğü sağlanmamış, serbest rekabet kuralları tam olarak yerleşmemiş ve sürekli olarak politik tercihlerin öne çıktığı bir toplumda bilim gelişip yücelmez.

Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün ?
Çünkü efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün;

Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde fünûn,
Önce gâyetle büyük hürmet arar, sonra sükûn,

Asr-ı hazırda geçen fenlere sâhîp denecek,
Bir adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek ?
Bilim Çağı :

Batı ile Doğuyu karşılaştırdığı dördüncü Safahat’ta, maziye özlem duyar, çalışmanın önemini vurgular ve ilerlemenin, büyük eserler bırakmanın ancak çağın ilmini elde etmek yoluyla mümkün olabileceğini haykırır: Süveyşi açtı herif…Doğru…Neyle açtı fakat ?
Omuzlamakla mı ? Heyhat ! Öyle bir fenle,

Ki bir ömür telef etmiş o fenni tahsile.

Bu bölümde eğitimin yaygınlaştırılması ve okullaşma oranının artırılması gerektiğini belirtip, “şunu unutmayın ki çağımız bilim çağıdır, ama ne yazık ki milletin fertleri bilgiden yoksundur” diyerek, çağa adını belki de ilk defa Akif vermiştir :

“Hülâsa, milletin efrâdı bilgiden mahrûm,
Unutmayın şunu lakin : Zaman, Zamân-ı ulûm !”

Okur - yazar oranının artması, gençlere çağın ilimlerinin öğretilmesi mutlaka gereklidir; ancak mukaddesata da saygı gösterilmelidir. İlim öğrendim diyenlerin milletin inancına saygısız olmaları, milli değerlere yabancılaşmaları halinde aydınlığa çıkmak mümkün değildir.

Evet, ulûmunu asrın şebâba öğretelim;
Mukaddesâta, fakat, çokca ihtirâm edelim.

Yine Akif dördüncü Safahat’ta Avrupa’ ya tahsil için gidenlerin görevlerini tam olarak yapmaları gerektiğini şu şekilde ihtar eder :

Heriflerin, hani, dünyâ kadar bedâyii var:
Ulûmu var, edebiyyatı var, sanâyii var.

Giden, birer avuç olsun getirse memlekete;
Döner muhîtimiz elbet muhît-i ma’ rifete.

Akif beşinci Safahat’ta, eğitimin tüketime değil üretime dönük olması gerektiğini, halkın fen bilimlerinden istifade edemediğini; millete götürülen ilmin hastalığa şifa olacak cinsten bir ilim olmadığını anlatır. Altıncı Safahat’ta, yurtta birçok yüksek okul bulunduğunu, ancak,buralarda yetişen insanların memleketin htiyacını karşılayacak kapasitede olmadıklarını belirtir. Memlekette Tıbbiye, Mülkiye, Bahriye, Baytar, Ziraat ve Mühendishane denen okullara milletin milyonlarca para verdiğini hatırlatır. Fakat, herhangi bir iş için gereken uzmanı Avrupa’dan getirdiğimize göre “bu okullar ne yapar”, diye sorar. Daha sonra, medreseleri sorgular. Yurtta İbn - i Sina, Razi, Gazali gibi üç - beş alim olmadığına göre , medreselerin varlığından da söz etmenin yersiz olacağı sonucuna varır. Akif, giden üçyüz senelik ilmi tez elden edinmemiz gerektiğini, manevi oğlu Asım yoluyla bütün gençlerden ister ve yarının ilminin çok müthiş gelişme göstereceğini belirtir. Atom 1919 yılında parçalandı. İnsanlık atom bombasından 1945 yılında haberdar oldu. Halbuki Akif, atom enerjisinin büyüklüğüne ve önemine çok önceden işaret etmiş, uyuyanları uyandırmaya çalışmıştı:

“Sade Garbın, yalnız ilmine dönsün yüzümüz.
O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin;
Giden üç yüz senelik ilmi tez elden edinin;

Fen diyarında sızan nâ-mütenâhi pınarı,
Hem için, hem getirin yurda o nâfi suları …

Yarının ilmi nedir, halbuki ? Gayet müdhiş :
“Maddenin kudret-i zerriyesi” uğraştığı iş.

O yaman kudrete hâkim olabilsem diyerek,
Sarf edip durmada birçok kafa binlerce emek

O’na yükseldi mi, artık, değişir rûy-u zemin;
Çünkü bir damla kömürden edecekler te’ min,

Öyle milyonla değil, nâ-mütenâhi kudret!…”

Akif Asım’ı, görüp bildiği, fende ileri bir ülkeye, Almanya’ya göndermek ister. O’na inkılabın, ilerlemenin, aydınlığa çıkmanın yolunun, üçyüz yıldır kaçırdığımız ilmi ve ilmi gelişmeleri elde etmek olduğunu, bu maksatla Berlin’e bir gün evvel gidip bir saat önce gelmeleri gerektiğini hatırlatır. Yedinci Safahat’ta, çalışmanın, gayret etmenin ve ter dökmenin önemini tekrar tekrar vurgular; hak ve hürriyetlerin korunabilmesi için bütün alınların terlemesine, yani bir çalışma seferberliğine ihtiyaç olduğunu anlatır. Yas tutmakla, göz yaşı dökmekle, devlet batacak diye umutsuzluğa düşmekle bir yere varmanın ve karanlıktan çıkmanın mümkün olmadığını ihtar eder. Bu bölümde tekrar, maziyi yıkmak isteyenlere karşı çıkar ve “mazisi yıkık milletin geleceği de yıkık olacaktır” der.

Doğduk, “yaşamak yok size !” derlerdi beşikten;
Dünyayı mezarlık bilerek indik eşikten ! …

“Devlet batacak !” çığlığı beyninde öter de,
Millette bekâ hissi ezilmez mi ? Nerde !

“Devlet batacak !” işte bu öldürdü şebâbı;
Git yokla da bak, var mı kımıldamaya tâbi ?

Afakına yüklense de binlerce mehâlik
Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;

Tek sen uluyan ye’ si gebert, azmi uyandır.
Sonuç :

Akif 27 Aralık 1936′da aramızdan ayrıldı. Ancak biz hala O’nun mesajını anlamaya ve O’nun istediği, özlediği bilim ve teknik seviyesini yakalamaya muhtacız.

Altmış dokuzuncu ölüm yıldönümünde Akif’i rahmetle anarken özet olarak diyebiliriz ki, Milletin her kesimi, genç-yaşlı, yöneten-yönetilen, ama her kesimi, yeniden ve can kulağıyla Akif’i dinlemeli ve anlamalıdır.

Çünkü, Akif’i anlamak çağı anlamaktır. Akif’i anlamak çağı yakalamaktır.

Bugün Anadolu’ muzun güzel kentlerinde ilim edinen Malatyalı gençler olarak ;

Milli mücadelen ve bugün dahi eşi benzeri olmayan milli marşımız için sana minnettarız üstadım.

Asımın nesli diyordun ya, nesilmiş gerçek çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.”

Bu gençler seni unutmadı, unutmayacak.

Ruhun Şad olsun Aziz Üstadım.

Kaynak : Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı

Related Posts with Thumbnails

Bu yazıya Not Ver !


Get your own Chat Box! Go Large!

Nickinizi Değiştirmek için Kendi Nickinize Tıklayın !!!

Film izle komedi komik