31 Aralık 2006 Pazar

YUNANİSTAN VE KIBRIS ( Neden Yapmamız gerekenleri yapmıyoruz? )

Yunanistan, Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazandıktan sonra Türk dışişlerinin sürekli sorun yaşadığı bir ülkedir. Bağımsızlığını elde ettiği 1830’dan sonra, Yunanistan sürekli Türkiye’ye yönelik ‘İrredentist’ bir politika izlemiştir.
Yunanistan 170 yıllık devlet hayatında, Türkiye’den toprak kopartarak büyümekle kalmamış, bu topraklarda yaşayan Türkleri dramatik bir şekilde Anadolu’ya göçe zorlamıştır. Bu Yunan Politikası, 1919-1922 döneminde Yunanistan’ın Anadolu’yu işgale kalkmasıyla doruğa ulaşmıştır. (86)
Yunanistan’la yaşanan acı dolu olaylar, sadece Türk diplomasi tarihinde değil, Türk halkının hafızasında da derin izler bırakmıştır. Yunanistan’ın Türkiye aleyhine son toprak kazanımı, 1947 Paris Antlaşması ile Oniki Adaları alarak olmuştur.
Kurtuluş Savaşı’nı müteakip Ankara’da Cumhuriyetin ilanından sonra iki devletin yakınlaştığı zamanlar da olmuştur. 1934’te Balkan Paktı’nı kurmuş, 1950-55 NATO üyelikleri döneminde aralarındaki önemli sorunları bir süre için bir kenara bırakabilmişlerdir. (87)
İstanbul’da 1955 Eylülünde Kıbrıs’ın durumunun müzakere edildiği Londra Konferansı esnasında yaşanan 6-7 Eylül olayları ve Kıbrıs sorunu, Türk dış politikasının son elli yılının en önemli konusu olarak gündemdeki yerini almıştır. Bu olayı müteakip, Kurtuluş Savaşımızdan bu yana, iki ülke arasında onarımı neredeyse imkânsız hale gelen bir güvensizlik ortamı yaratılmıştır. (88)
Aslında Türkiye ile Yunanistan arasında sorun teşkil eden başlıca üç konu vardır:
Batı Trakya, Ege ve Kıbrıs...
Bu sorunlar 1990 öncesi iki kutuplu sistemde daha çok Hükümetlerarası dış politika sorunu iken, 1974’ten başlamak üzere günümüzde bölgesel bir ihtilaf, uluslararası arenaya taşınan bir konu ve Yunan politikacıların iç siyasette kullandıkları en önemli enstrüman haline gelmiştir. Buna mukabil Türk kamuoyu, bu konuda oldukça sakin ve telâşsız davranmaktadır. (89)
Her iki kamuoyunun eşit tehdit algılaması düzeyine gelmesi ise sorunların ‘savaş’ yoluyla çözümüne gidebilecek gibi ele alınması sonucunu doğurmaktadır.
Yunanistan 25 Mayıs 1979’da AET’ye tam üye olmasıyla birlikte, bütün bu sorunları Avrupa Birliği’ne taşımıştır. Yunan diplomasisi Türkiye ile olan sorunlarını, Avrupa Birliği-Türkiye sorunu şekline dönüştürmek için çok yoğun bir gayret sarf etmiş, bu amacında kısmen de olsa başarılı olmuştur.
Kıbrıs Sorunu, II. Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu'da etkisini yitiren garantör devlet sıfatıyla İngiltere’nin Ada’nın statüsünü Türkiye ve Yunanistan’la birlikte imzaladığı garanti anlaşmasıyla, bir çatışma alanı olarak belirsizliğe terk etmesiyle başlamıştır. Türkiye sadece adadaki Türklerin can güvenliğini sağlama endişesi güderken, Yunanistan Hükümeti ise ‘ENOSİS’ politikasını benimsemiştir.
Yunan Hükümetleri benimsedikleri ‘Enosis’ planını uygulamaya koymuş, adadaki Türkleri silahlı tedhiş yoluyla adadan kaçırarak, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakına çalışmışlardır.
Yunanistan’ın bu tutumu, 1960-1970 yılları arasında, Türkiye’yi birkaç kez adaya müdahale konumuna sokmuştur. 15 Temmuz 1974’te düzenlediği darbeyle Makarios’u deviren Nikos Sampson’un amacı Yunanistan’ın hedeflediği ‘ENOSİS’i ilân etmekti.
Türkiye, adada yaşayan Türklerin can güvenliğini sağlamak üzere, Garantör Devlet sıfatıyla, 20 Temmuz 1974 günü adaya müdahale etti. İki aşamada yapılan Kıbrıs Barış Harekâtıyla, adada yaşayan Türk toplumu güvence altına alındı.
Yunanistan’la yaşanan Ege sorunu ise Kıta Sahanlığı, Karasuları ve Hava Sahası gibi konulardan oluşmaktadır. Yunanistan bu konularda öne sürdüğü taleplerle Ege Denizi’nin tamamını bir Yunan Denizi haline dönüştürmek istemektedir. Türkiye ise uluslararası sularda ve Ege Denizi üzerindeki kıta sahanlığı ve karasuları haklarını muhafaza etmek istemektedir.
Yunanistan, Batı Trakya’da yaşayan Türk azınlığa karşı ağır bir asimilasyon politikası izlemektedir. Batı Trakya Türklerinin yurttaşlık, mülk edinme, seyahat, haberleşme, seçme-seçilme, öğrenim ve ticaret yapma gibi en temel insanî haklarına kısıtlama getirmiştir.
Türk-Yunan ilişkilerinde 1950’lerden sonra neredeyse her 10 yılda bir savaşın eşiğinden dönülmüştür. 1974’ten sonra 1987’de Ege’de kıta sahanlığı konusunda iki ülke ‘Kıta Sahanlığı’ konusunda neredeyse savaşın eşiğine gelmiştir.
3 Temmuz 1990’da Kıbrıs Rum kesimi o tarihte Avrupa Topluluğu olan AB’ye tam üyelik başvurusunda bulundu. Bu gelişme, Türkiye tarafından tepkiyle karşılandı. Çünkü, Kıbrıs’ın kısmen veya tamamen her hangi bir siyasi veya iktisadî birliğe katılmamayı taahhüt etmesi, Garanti Antlaşması ile garanti altına alınmıştır.
Avrupa Topluluğu 1994 yılında Korfu zirvesinde Kıbrıs Rum yönetimini değerlendirerek, Kıbrıs’ı genişleme programına aldı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bu duruma tepki vermekte gecikmedi.. Türkiye ile tüm kısıtlayıcı önlemlerin kaldırılarak entegrasyona gidilmesi KKTC Hükümeti tarafından kararlaştırıldı. KKTC yönetimi federasyon fikrini bir kenara koyarak, ilhak olmak anlamı da taşıyan Türkiye ile entegrasyon istemeye başladı.
Türkiye’nin, Avrupa Birliği-Kıbrıs ilişkileri 1995 yılı boyunca gelişti. (90) 6 Mart 1995 tarihinde, Avrupa Birliği ile ‘Gümrük Birliği Antlaşması’ imzalayan Türkiye, ilk kez Kıbrıs Rum yönetimini de muhatap kabul etmiş oldu. Bu süreçte, Kıbrıs konusundaki Türk dış politikasında enteresan bir ikilik yaşanmıştır. Mevcut hükümet, Kıbrıs konusunda AB’ye tavizkâr bir yaklaşım sergilerken, Dışişleri Bakanlığı ve Genelkurmay, Kıbrıs’ta verilecek bir taviz karşılığında, AB ile yapılacak her türlü anlaşmaya karşı çıkmıştır.
Brüksel’de Kıbrıs’ın AB’ye üyeliğinin konuşulmaya başlaması, Türkiye’de sinirleri iyice gerilmesine yolaçtı. Tam bu esnada, 30 Ocak 1996 tarihinde ‘Kardak Krizi’ patladı. İnsan yaşamayan Bodrum açıklarındaki bu kaya parçasını Yunanistan’ın sahiplenmeye kalkması, krizi ateşledi. Türkiye’nin kararlı tutumu ve müdahalesi sonucu Yunanistan geri adım atmak zorunda kaldı. Türkiye, Yunanistan’la bir çatışmanın eşiğinden dönmüş oldu.
‘Kardak Krizi’nde geri adım atmak zorunda kalan Yunanistan, Türkiye’ye olan hasmane politikasını Avrupa Birliğine taşıyarak, birliğin Türkiye ile olan bütün ilişkilerini, veto kartını kullanarak sabote etti. Türkiye’nin kullanacağı Gümrük Birliği fonlarını dondurdu. (91)
Yunanistan bununla da yetinmeyerek Rusya’dan, Türkiye’yi tehdit edecek şekilde, S 300 füzelerini Güney Kıbrıs’a yerleştirmek üzere satın alarak, yeni bir kriz yarattı.
1997 yılı başında Çiller hükümeti, Brüksel’e Türkiye’nin AB’ye tam üyelik takviminin belli olması karşılığında, Kıbrıs’ta taviz mesajları vermeye başladı. (92) Çiller Hükümeti'nin bu eğilimi, 20 Ocak 1997 tarihli Demirel-Denktaş ‘Ortak Deklerasyonu’yla neticesiz kaldı.
Temmuz 1997’de Başbakan Mesut Yılmaz, TBMM’de 55. Hükümet Programını okurken, yeni Hükümetin Kıbrıs politikasını şöyle ifade ediyordu: “Ulusal davamız olan Kıbrıs konusunda, antlaşmalarımızdan kaynaklanan hak ve sorumluluklarımıza sahip çıkarak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni her alanda desteklemeye devam edeceğiz.”
Türk Hükümeti'nin yeni açıklamalarından güven bulan Rauf Denktaş, Temmuz ayındaki New York zirvesinde tekrar federasyon tezi üzerinde müzakerelere başladı.
Türk Hükümeti'nin Yunanistan’a karşı uzattığı zeytin dalı, Yunan politikacılar tarafından sürekli geri çevrildi. 55. Hükümetin girişimleriyle varılan Madrit Mutabakatı imzalanmasından hemen sonra Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis tarafından sulandırılma ve yıpratılma sürecine sokulmuştur. Yine Türk Dışişlerinin önerisi olan ‘Ege’de güven artırıcı önlemler’, ‘Ege sorununun tespit ve dokümanı’ gibi çabalar, Yunan tarafınca reddedilmiştir.
Yunanistan’la Türkiye arasındaki son kriz ise 1999 yılı başlarında çıkmıştır. Suriye’den kaçan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın ülkesinde konaklamasına ve oradan da Kenya’daki Yunan Büyükelçiliği konutunda saklanmasına göz yuman Yunanistan Hükümeti, terör elebaşısının Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesiyle, şoka girerek ağır bir hükümet krizi yaşamıştır.
Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin yeni bir sürece girmesinin başlangıcı ise 17 Ağustos 1999 Adapazarı depremi olmuştur. 17 bin insanımızın yıkıntılar altında can verdiği bu elim olaydan sonra Türkiye ile Yunanistan tekrar bir yakınlaşma sürecine girmiştir. Ancak bana göre bu süreç, iki ülke arasındaki problemleri nihai çözüme kavuşturan bir süreç değil, bir sessizlik ve problemlerin geçici süre rafa kaldırılması anlamına gelen bir rahatlama döneminden başka bir şey değildir. Doğal olarak problemlerin çözülmesi için böyle dönemler ülkeler için bir fırsattır. Atılacak adımları, iç kamuoyunun frenlememesi için bir destek alanıdır. Ancak bu destek alanını bugüne kadar Türk tarafının aradaki problemlerin çözümüne yönelik olarak attığı bütün adımlarına ayak direyen Yunanistan'ın, bu tabloyu Türkiye'den daha iyi değerlendirmesi gereken bir fırsat olarak değerlendirmek, hiç de tarafgir bir yaklaşım olmayacaktır.

Kaynak : http://www.mustafatasar.gen.tr

Esasen Yönetilmiyoruz . Yönetmiyoruz . Bugun kıbrıs sorununu Yunanistanı düşünmeden Balkanları düşünmeden , Nasıl çözebileceğiz. Oysa Balkanlarla ( Sadece Balkanlarla da değil aslında -?-) ilişkilerimizi stratejik atılımları yapsaydık , Zaten cok farklı bakılırdık çok farklı olurdu. Sadece balkanlarla değil Kuzey afrika da bölgeye yakın! Orta doğu zaten farklı ...

Bugün Kıbrısı sadece asker mantığı kırmızı cizgilerle düşünürsek ( En azından satmayız ama-bu güven veriyor- ) ama çok kaba hatlı bir yaklaşım . Daha staratejik atılımları önceden yapmamız gerekiyordu , Sorun zaten Yunanistan sorununa indirgenirdi . AB Yaklaşımıyla da bakılmaması lazım tabi ki. Biz kendi yapmamız gerekenleri bölgemizde tüm dünyada yapmalıyız.
Yaspamıyoruz !
Neden?

ABD istemiyor diye mi ?
Siyonizm mi?
Hahamlar mı?
Onların emrindeki etkin olan kodaman birileri mi??

Nasıl açıklanabilir?
ABD yi bölmemiz lazım gibi :)
Ordaki iyi lerle en azından (Onlar bilirler bizim potansiyelimizi ) işbirliği içinde olsak? ( Çok mu uzak hala? ) Onların temel stratejilerinde Türklerin , Osmanlının ( Ki söylemek yakışmıyor ) boyunduruktan kurtulmaması çok mu elzem. Yoksa biz daha toparlanamadık da onlarla işbirliği yapacak zihin olgunluğunda değiliz ( Yani kaşarlı siyonist kodaman maşaları mı? )

'İlham kaynağı artık AB değil' ( Biz Osmanlıyız )


'İlham kaynağı artık AB değil'

İngiliz The Financial Times gazetesi, Türkiye-AB hattında yaşanan son gelişmelerin ardından, Başbakan Erdoğan ile ilgili bir yorum yazısına yer verdi. AB liderlerinin gelecek hafta bir araya geldiğinde Erdoğan'ın masada olmayacağını belirten gazete, "Aslında zirve ajandasında Türkiye'nin olmaması için elinden geleni yapacaklar. Bazıları için Erdoğan, hatırlamayı istemedikleri sözleri hatırlatıyor" değerlendirmesinde bulundu. Gazete, Erdoğan'ın hükümetin demokratik, siyasi ve toplumsal reformlara devam edeceğini söylediğini belirterek, "Bunları söylediğinde içten davranıyor. Turgut Özal'dan bu yana en reform yanlısı kişi. Ancak, artık ilham kaynağı AB değil" yorumunda bulundu.


Onların Bizden aldıkları çok sey var, alacakları da.


Ülker çikolatada büyüyecek


Ülker Grubu İstişare Konseyi Üyesi Metin Yurdagül, her bayram öncesi çikolata satışlarının 8 kat arttığını söyledi. Ülker'in en çok satılan ürünlerinden olan Metro, Albeni ve Coco Star'ın yenilenen ambalajlarının tanıtımı amacıyla düzenlenen toplantıda konuşan Yurdagül, 2007'de 60 milyon euroluk yatırım yapacaklarını açıkladı. 2007'de çikolata sektöründe yüzde 20 büyümeyi hedeflediklerini belirten Yurdagül, "Türkiye çikolata pazarı tonaj olarak son 3 yılda yüzde 27 büyürken, Ülker aynı dönemde yüzde 31'lik büyüme gösterdi" dedi.

M. Şevket Eygi'ye Düşünce Cezası!


Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi, bir yazısında ''halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği''gerekçesiyle 1 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Bakırköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi'ndeki duruşmaya, tutuksuz sanık Mehmet Şevket Eygi ile avukatı Ali Cahit Polat katıldı.
Duruşmada esas hakkındaki görüşünü açıklayan Cumhuriyet Savcısı Suat Baki Başkan, Milli Gazete'nin 20 Mart 2005 tarihli sayısının 3. sayfasında Mehmet Şevket Eygi'nin ''Takvimden Yapraklar'' adlı köşesinde ''Gayret ve Hamiyet Kalmadı'' başlıklı bir yazı yayınlandığını kaydetti.
Yazıda ''din ve mezhep farklılığına dayanarak halkın kin ve düşmanlığa alenen tahrik edildiği'' iddiasıyla sanık hakkında kamu davası açıldığını hatırlatan Savcı Başkan, Eygi'nin yazının ana temasının kendisinin de dahil olduğu bir kesime yönelik özeleştiri niteliğinde bulunduğu yönünde savunma yaptığını kaydetti.Yazının bütün olarak içeriği, kullanılan terim ve ifadelerin niteliği gözönüne alındığında ''halkın bir kısmını yasal çerçeve içinde tepki göstermeye yönlendirme niteliğinde bulunduğunu'' belirtenSavcı Başkan, yazıda kin ve düşmanlığa tahrik edici, kamu düzeni açısından açık ve yakın tehlike unsuru taşıyacak ifadelere yer verilmediğini bildirdi.Bu nedenle yazının amaç ve içerik olarak basın hürriyetikapsamında düşünce ve görüş açıklama özgürlüğünün kullanılması niteliğinde bulunduğunu belirten Savcı Başkan, suçun yasal unsurları oluşmadığından Eygi'nin beraatine karar verilmesini talep etti.
Eygi'nin avukatı Polat da, savcının görüşüne katıldığınıbelirterek, müvekkilinin beraatini talep etti. Esas hakkındaki savunması sorulan Eygi de, beraatine kararverilmesini istedi.
Dava konusu yazının ''halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği''nin anlaşıldığını belirten Hakim Rüveyde Kaner, Mehmet Şevket Eygi'yi, yeni TCK'nın 216. maddesinin 1. fıkrası uyarınca, suçun işleniş şekli, suç konusunun önemi ve sanığın amacını dikkate alarak 1 yıl hapiscezasına çarptırdı.Hakim Kaner, sanığın geçmişine göre cezasının ertelenmesi halinde ileride bir daha suç işlemeyeceğine dair mahkemede olumlu kanaat oluşmadığından cezanın ertelenmesine yer olmadığına hükmetti.Eygi'nin avukatı Polat, kararı temyiz edeceklerini bildirdi.
Siyonistlerin , oyunlarındaki gidisata göre sivri kalıyor tabi. Oyunlar değişecek , sivri kalmayacak. Karşı taraftaki sivrilerin ne ne yaptığı ne ne söylediği ne de hangi görevde olduğu belli değil. Adam yazar okuyucu kitlesine ulaşması doğal .

“Anadolu Kaplanları daha büyük düşünüyor”

Anadolu KOBİ'leri hem büyükşehirlerdeki hem de Anadolu'daki büyük şirketlere oranla bilişim yatırımlarına daha çok önem veriyor.
Gamze GÖKER
Microsoft’un Bilişim2000 Etkinlikler kapsamında düzenlediği “e-iş günü”’nde Microsoft Enterprise Agreement (kurumsal anlaşma) müşterisi KOBİ’lerin Anadolu ağırlıklı olması dikkati çekti. “Anadolu KOBİ’leri daha büyük düşünüyor” şeklinde yorum yapan Microsoft Anadolu’dan Sorumlu İş Geliştirme Müdürü Nadide Sökmen, şirketlerin Windows2000 ve Exchange uygulamalarını yüzde 100 lisanslı olarak kullandıklarının altını çizdi. Konya’dan Kombassan Holding, Endüstri Holding, Gaziantep’ten Sanko Holding, Yozgat’tan Yimpaş Holding, Eskişehir’den Eti Şirketler Grubu Enterprise Agreement uygulamasını kullanan şirketlerden birkaçı.
İçinde tüm Microsoft masaüstü uygulamaları bulunan Enterprise Agreement ile şirketler bir kez anlaşma yapıp Microsoft'un tüm ürünlerine (Office Set, Windows2000, Windows Platformu gibi) tam kullanıcı olarak ulaşma hakkına sahip oluyorlar.
Anadolu'da büyük ve sektörlerinde lider olan şirketlerin bilişime yeterli önemi vermediğini hatırlatan Sökmen, 2001'de “e-iş günleri adını” alacak Teknoloji Penceresi seminerlerine devam etmeyi ve kurumsal bazlı şirketlerle birebir ilişkileri artırmayı hedeflediklerini açıkladı. Sökmen " Şirketlere bilişim altyapılarında en son teknolojiyi sunarak Türkiye'ye bir katma değer sağlamayı amaçlıyoruz. Anadolu'da düzenlediğimiz seminerler zincirine gösterilen ilgiden çok memnunuz" şeklinde konuştu. Sökmen, Anadolu'da lisanslamaya bu kadar önem verilmesinin diğer şehirler için de örnek teşkil ettiğine dikkati çekti.
Anadolu'da ilk anlaşma Kombassan'dan
Geniş bir grup olan Kombassan Holding'de Mirosoft Enterprise Agreement ile birlikte şirketler arasında entegrasyon sağlandığını vurgulayan Kombassan Holding Bilgi İşlem direktörü Ulvi Bezirci, Anadolu'da ilk kurumsal anlaşmayı imzalayan şirketin Kombassan Holding olduğunun altını çizdi.
Müşteri taleplerini karşılayabilmek, müşteri memnuniyetini artırmak amacıyla Enterprise Agreement'a dahil olduklarını belirten Eti Şirketler Grubu programcısı Bülent Çelik e-posta haberleşmesini sağlamak için Microsoft Exchange 5.5 eğitimlerine katıldıklarını ve böylece şirketler arasında entegrasyon sağlanabildiğini ifade etti. Çelik, platformlarını Windows2000 ortamına taşıdıklarını da sözlerine ekledi.

Kaynak : http://www.bthaber.net/

Yerli sermayemizi de anadolu kaplanlarını da destekliyoruz. Oyunları bozacağız , En iyisini yapacağız!!!

Çevik Bir Bana Para Teklif Etti (Irticacı uzaklaştırılmalar?)

"Kocam Albay'dı boşandık. Daha sonra Çevik Bir ve bazı üst düzey komutanlar, kocama 'irticacı' demem için bana para ve iş teklif ettiler"

Tabip Kıdemli Albay Prof. Dr. Mustafa Kahramanyol’un 1997’de Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) kararlarıyla ordudan atılması konusunda ilginç iddialar ortaya atıldı.
Vakit Gazetesi’ne konuşan Kahramanyol’un eski eşi Nurcan Akçay, kocasının irticacı diye ordudan atılması için aralarında dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in de olduğu üst rütbeli bazı subayların kendisine para ve iş teklif ettiğini, asılsız mektup yazdırdıklarını öne sürdü. Bu mektup sebebiyle Akçay’a Mehmetçik Vakfı’nda iş verilmiş. Ancak Albay Kahramanyol, açtığı boşanma davasında bu duruma dikkat çekince Akçay, Çevik Bir’in yazısıyla 1998’de işten çıkarılmış. Albay, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurunca Genelkurmay’ın davayı kaybetmemesi için ikinci bir mektuba daha ihtiyaç duyulmuş.
Akçay, bu talebi de yerine getirmiş ve bunun karşılığında Mehmetçik Vakfı'nın İstanbul TEM Otoyolu üzerindeki akaryakıt tesislerinde çalışmaya başlamış. Fakat buradan da yolsuzluklara göz yummadığı için kovulmuş. Nurcan Akçay, Genelkurmay eski 2. Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir'in Belçika'da NATO karargahında görev yaparken yaşanan bir olaydan dolayı Kahramanyol'a karşı kin beslediğini savunuyor. Akçay'a göre Bir, kendisini kullanarak irtica kılıfıyla eski kocasından intikam aldı. Albay Mustafa Kahramanyol, eski eşinin söylediklerini hayretler içerisinde okuduğunu belirtiyor.
Savcıları göreve çağırdı
Adaleti Savunanlar Derneği Onursal Başkanı Prof. Dr. Ahmet Alper, Nurcan Akçay'ın açıklamalarıyla ilgili olarak savcıları göreve çağırıyor. Prof. Dr. Alper, Kahramanyol'un eski eşinin ifadelerinin 28 Şubat sürecinde yaşanan ahlaksızlıklara ve çete faaliyetlerine iyi bir örnek teşkil ettiğini söylüyor. 28 Şubat sürecinde buna benzer çete faaliyetlerinin yürütüldüğünü iddia eden Prof. Dr. Alper, "28 Şubat döneminde ne şekilde ahlaksızlıklar yapıldığını bu açıklamalar çok iyi şekilde göstermektedir. Silahlı Kuvvetler içerisinde bazı insanlar kendi fikirlerinde olmayan kişileri tasfiye etmek için her türlü yolu denemişlerdir. ‘Sen böyle dersen, sen böyle yaparsan, biz sana iş buluruz, para buluruz' diyen bir grup var. Maalesef bunlar YAŞ kararlarının yargı denetimine açık olmaması sebebiyle olan işlemler. YAŞ kararları bu şekilde devam ettiği sürece Türkiye'de hukuk devletinden bahsedilemez. Bu açıklamalar karşısında savcıların hiç vakit kaybetmeden takibat başlatmasını istiyoruz.” şeklinde konuşuyor.
Mustafa Kahramanyol ise eski eşinin söylediklerini küçük dilini yutarak okuduğunu belirtiyor. Aradan geçen sekiz yıl içinde çok zor günler yaşadığını anlatan Kahramanyol, YAŞ kararları ile Silahlı Kuvvetler'den uzaklaştırılan bin 500 kişinin hakkının geri verilmesini istiyor. Her biri üniversite bitirmiş yetişkin olan çocuklarının kendisine “Baba biz seni çok seviyoruz. Ama bu işin içinde hakikaten bir şey yok mu? İrticai olaylara karışmış olamaz mısın?” diye sorduklarını anlatan Kahramanyol, “Bir babanın böyle bir soru ile karşılaşması bile ağırdır.” diyor. Kendisi gibi sıkıntı çeken YAŞ'zedelerin sıkıntılarının giderilmesi için TBMM'yi göreve çağırdığını ifade eden Kahramanyol, şöyle devam etti: “Gerekli Anayasa değişikliği yapılmalı. Bizlere yapılanlar utanç verici bir hukuk çiğneme olayıdır. Normal şartlarda her kuvvet komutanı disiplinsiz olarak mütalaa ettiği her subayı re'sen ordudan çıkarabilir. Ama bu takdirde bu subay Askerî Yüksek İdare Mahkemesi nezdinde dava açabiliyor. YAŞ tarafından çıkarıldığı takdirde hakkını arayamıyor. Bu, hukukun çiğnenmesidir. Kanun çiğnenmesi değil; çünkü bunlar ihtilal kanunları. 1983'ten bu yana Türk milletinin gözünün içine baka baka hukuku çiğniyorlar. Düne kadar silah arkadaşı olarak gördükleri bizleri torbaya koyup denize atarken hiç mi vicdan azabı çekmiyorlar? Bugün Silahlı Kuvvetler'den zorla ayrılmak durumunda bırakılan subay ve astsubaylar çok sefil duruma düşmüş durumda. Millete hizmet etmiş kişilerin millet tarafından ellerinden tutulması lazım. Bunu sağlayacak makam ve mevki TBMM'dir."
Kahramanyol, intihar eden GATA eski komutanı Tümgeneral Prof. Dr. Fahrettin Alparslan’ın ölümünden birkaç gün önce kurulan komployu itiraf ettiğini söyledi. Kahramanyol, “Alparslan, 1997 Kasım ayında intihar etmeden birkaç gün önce beni çağırdı. ‘Mustafa, sana çok büyük haksızlıklar ettik. Vicdan azabı içerisindeyim' dedi. Bunların bir kısmını anlattı. Görüşmemizden birkaç gün sonra da intihar etti.” dedi. Mustafa Kahramanyol, YAŞ kararıyla ihracının ardından özel hastanelerde çalışmasının bile engellendiğini söyledi.
Bana söylenenleri yazdım
"GATA İstihbaratı beni defalarca Ankara'ya çağırdı. Eşi olduğum için güvenilir olacağımı ve belge olarak kabul edilebileceğini belirttiler. Ağustos şûrasının yaklaştığını, bu mektubun dosyasına konulacak en önemli delil olacağını söylediler. Mustafa Bey'in irticai faaliyetlerle ilgili olduğunu, vatan hainliği yaptığını yazmam istendi. Bilgim olmadığı halde, söyledikleri konuları mektuba ekledim. Mektubu yazmamı Çevik Bir'in adamı olduğu bilinen GATA İstihbaratı'nda görevli C. Binbaşı istedi."
Eşlerin kavgası etkili oldu
“Çevik Bir'in ikinci eşi ile Mustafa Bey'in benden önceki eşi Belçika'da araba kullanmayı öğrenirken, korna çalma yüzünden kavga etmiş. Çevik Bir bu olayla ilgili olarak Mustafa Bey'i yanına çağırmış. Mustafa Bey, randevulu hastaları olduğu için gelemeyeceğini söyleyince Çevik Bir, odasına gidip 'Savunmanı hazırla.' dedikten sonra tehdit falan etmiş. Yıllardır bu husumetin devam etmesi, bence eski eşimin ordudan atılmasında çok etkili oldu. Onlar dikecekleri elbisenin modelini çoktan tasarlamışlardı. Dikişte kullanılacak iplik rengini bana belirlettiler.”
Tolon, ‘İşini bitireceğiz’ dedi
“Şubat 1997'de boşanma davası açtığı için eşime çok öfkeliydim. Bu psikoloji içerisinde iken ailece görüşmekte olduğum generallerden Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ve Hurşit Tolon'a aile içindeki sıkıntılarımı anlatmak ve maddi sıkıntılarıma bir çere bulunması için Genelkurmay'a gittim. Hurşit Paşa, anlattıklarım kendisini etkilemiş olacak ki, bana 'Kahramanyol'u bu defa affetmeyeceğim. Durumuyla ilgili olarak Genelkurmay'da iki general arkadaşım ile görüşüp işini bitireceğim.' dedi ve beni GATA komutanına gönderdi."

Kaynak : http://www.aktifhaber.com/

Artık : Çevik Bir: Türkiye’de artık darbe olmaz 28-09-2004 Zaman
Diyor! Pek De görünmüyor. Bir Duyuma göre Abdullah Gül'ün Danışmanıymış Eski Genelkurmay 2. Başkanı . Icraatları Malum... Daha sık görmek istiyoruz kendilerini.

İzmir klupleri? Pek karıştırılmıyor ama Siyonizm mi???

I- Giriş Ve Tarihçe
1.Türk Futbolunun Gelişimine İzmir’in Katkısı…
Türkiye’de futbolun çarpık gelişiminin belki de en yakıcı ve en çarpıcı etkisini bugün İzmir yaşıyor. Ülkemize futbolun ilk girdiği şehirlerimizden birisi Ege’nin incisi İzmir’in bugün 4 milyona yaklaşan nüfusuyla Süper Lig’de hiç bir temsilcisinin bulunmayışı, İzmirlileri ve futbolseverleri büyük bir hayal kırıklığı ve üzüntüye sevk ediyor.
Bir zamanlar İzmir futbolunu tüm görkemiyle o zamanki adıyla Türkiye 1.Ligi’nde izlerdik. Göztepe’si, Altay’ı, Karşıyaka’sıyla, Altınordu’suyla Türk futboluna büyük bir renk katan İzmir futbolu bugün ne yazık ki büyük bir çöküş içinde…başta finansal sıkıntılar olmak üzere, sportif başarıda da bir hayli geriye düşen İzmir futbolu şimdi mazisini arıyor. Oysa Türk futboluna Metin Oktay, Fevzi Zemzem, Mustafa Denizli ve daha ismini burada sayamadığımız yüzlerce değeri kazandıran İzmir, şimdi ne durumda? Acaba geçmişin ve bugünün bir muhasebesi yapılıyor mu? Geçmişte yapılan hatalardan çıkartılan dersler var mı? Oysa İzmir ekonomiye katkısıyla Türk ekonomisinin incisi konumunda. Bir zamanlar futbolda da öyleydi.
Süperlig’den Önce Göztepe’sini, ardından da Altay’ını kaybeden İzmir, Süper Lig’e şimdi çok uzaklardan bakıyor…Bugün İzmir’in Altay, Karşıyaka, Bucaspor, Göztepe A.Ş., İzmirspor, Aliağa Bld.Spor ve Altınordu olmak üzere sekiz profesyonel futbol takımı bulunuyor. Bu kulüplerden Altay ve Karşıyaka 2.Lig A grubunda, Bucaspor ve İzmirspor 2B Lig A grubunda, Göztepe, Altınordu, Petkimspor ve Aliağa Bld.Spor 3.Lig’de mücadelelerini sürdürüyorlar.

İşte aşağıdaki genel araştırma ve değerlendirme yazısı bunu sorguluyor.

Lig’de mücadelelerini sürdürüyorlar.
İşte aşağıdaki genel araştırma ve değerlendirme yazısı bunu sorguluyor.
2. İzmir Futbolunun kısa bir tarihçesi
İzmir, Türkiye 1. Futbol Ligi’nde Altay, Göztepe, Karşıyaka, İzmirspor, Altınordu ile beş takımla mücadele ettiği günlerin hayalini kuruyor. İzmir gelecek sezon İkinci Futbol Ligi A Kategorisi’nde 4 takım Altay, Göztepe, Karşıyaka ve İzmirspor ile mücadele edecek. 18 takımlı A kategorisinde İzmir takımlarının yanısıra Vestel Manisaspor ve Çanakkale Dardanelspor ile gelecek sezon sıklıkla Ege derbisinde bir araya gelecek takımların Süper Lig’e geri çıkmaları eskisi kadar kolay olmayacak.
Ülkemizde futbolun büyüme hızına ayak uyduramayan İzmir futbol kulüpleri, tarihlerinde zaman zaman bir alt lige düştü. İzmir futbol tarihinde sadece 1937 yılında birleşebilen İzmir kulüpleri, çok geçmeden yine ayrılıp, semt takımı olmaya devam etti. 1937 yılında İzmir takımlarının diğer illerle rekabet gücünü artırmak amacıyla birleştirilmesi fikri ortaya atıldı.
Bu fikir çerçevesinde kulüplerin ileri gelenleri bir araya gelerek yaptıkları bir dizi çalışmalar sonucunda; İzmirspor ve Göztepe birleşerek Doğanspor, Altınordu–Altay ve Bucaspor birleşerek Üçok, Bornovaspor ve Karşıyaka birleşerek Yamanlar kulüplerini oluşturdu. Bu birleşmenin verimli olmadığını düşünen ekipler kendi kimliklerinden feragat edemedikleri için sezon sonunda tekrar birleşmeyi durdurma kararı aldı.1998 yılında İzmir profesyonel spor kulüplerine maddi destek sağlamak amacıyla kurulan İzmir Gücü Spor Vakfı (İZVAK) ise, İzmir kulüplerine yıllık az miktarda maddi destekten başka bir yardımda bulunamadı. İZVAK Genel Müdürü Nazım Dörtbudak, ağlamakla her şeyin çözümlenmeyeceğini söyledi. Dörtbudak, maddi konuları aşmadıktan sonra Süper Lig’de İzmir’in bir takımının olmamasının doğal olacağını ifade ederek, “Son maçta bir puan alarak ligde kalmak yeterli değil. Bunların hepsi geçici projeler. İzmir potansiyelini kullanamıyor. İzmir takımlarının kısa sürede birleşerek güç olacaklarına ihtimal vermiyorum. Ama bu uzun vadede olabilir. İzmir United niye olmasın. Böyle bir proje sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da şampiyonluklar kovalayacağının anlamına gelir. 80 bin kişilik stat bomboş yatıyor” dedi.’’ (Mustafa Yüksel, http://www.zaman.com.tr/2003/06/03/spor/h8.htm)
Kısacası; İzmir futbolunun tarihsel gelişimine baktığımızda; İzmir’in, futbolda Göztepe ile Türkiye’ye Avrupa Kupaları’nda yarı final heyecanını yaşatan ilk kent olduğunu görüyoruz. 1959 yılının Şubat ayında İstanbul, Ankara, İzmir arasında başlatılan Türkiye Profesyonel Futbol Ligi’nde İzmir 4 takımla yer aldı. 1959-60′ta Altınordu’nun da katılımıyla takım sayısı 5′e çıktı. 1967-68′e kadar 9 sezonun altısında 5, üçünde 4 İzmir takımı profesyonel ligde İzmir’i temsil etti.
Fakat 1967-68′de Karşıyaka ile İzmirspor’un birlikte küme düşmeleriyle İzmir ilk kez, o sezon Türkiye 1. Ligi’nde üç takımla, Göztepe, Altay ve Altınordu ile temsil edildi. İzmirspor 1967-1968 sezonunda yükselme başarısı gösterip diğer üçü de yerlerini koruyunca, 1968-69′da 1. Lig’deki İzmirli takım sayısı yeniden 4′e yükseldi. Ne yazık ki bu son “4′lü temsil” oldu. 69-70, 70-71 ve 71-72 sezonlarındaki 3′lü temsili de 1972′den bu yana bir daha hiç yaşayamadık 1982-83′e kadar iki sezon hariç, İzmir’de her hafta 1. Lig maçı oynandı. Çünkü iki takımla temsil ediliyorduk. 82-83′ten itibaren teklemeler başladı. …ve 83-84′te İzmir, ilk kez 1. Lig’de temsil edilememe acısını yaşadı. Nedeni de Altay’ın küme düşmesi ve tarihinde ilk kez yeniden çıkışı başaramamasıydı.
Karşıyaka’nın güçlenmesi, Altay’la birlikte ikili temsilleri 5 sezon daha sürdürdü. 1998-1999 sezonunda Göztepe 18 yıl aradan sonra Yeni Asır sponsorluğunda çıkışı başarınca 1999-2000 ve arada boş geçen 2002-2003′te ikili temsil yeniden yaşandı.
Geçen sene Süper Lig’de İzmir’in takımı yoktu, ancak Süper Lig’e çıkış umudu İzmirlilerde hep vardı. Ne var ki, yaşadığımız sezonda ise, çıkış iddiası bir yana hem Karşıyaka hem de Altay 2. Lig A Grubu’ndan düşme tehlikesiyle karşı karşıya (yazı hazırlandığı sırada).

Kaynak : http://www.verkac.org/

Bir takım oyunlar oynandığı açık ! Bursa'sı Adana'sı İzmir'iyle Hatta Erzurum'u Van'ıyla Ligimizin Çok daha güzel olacağı açık. Zaten Liglerimizde pek temiz değil . Ama bu karışıklıkta acaba derin sinsi biraderlerin yılanların dokunulamaz karşı konulamaz (?) müdahalesi mi var diye soruyor insan. Bir müdahale olduğu kesin ve tabiki türk sporunu Türk Milletini düşünen birilerinin isteyeceği gerizekalılıklar değil bunlar. Hep onlar mı oynayacak???
Bizler neden pasifiz?? İyilerin hic mi basınları yok. Hiç mi bağlantıları yok??

Neden orta asya Türk devletlerine eğilmezler? Neden Balkanlarla ilgilenmezler?
En azından neden dostluk müsabakaları ayarlamazlar??
Neden bazı kuluplerimiz ege adalarında kamp hazırlık yapmazlar??

Hangi konuda olursa olsun .Spor , Ekonomi , kültür , basın , yayın .....
Neden Osmanlı Topraklarıyla ortak projeler geliştirilmez?
Üniformalılar , Hahamlar , Büyük üstadlar Kızar diye mi??? Laiklik mi elden gider?? Atatürkçülük mü? ,
Onlar bize rol bicecekler , düşmanımızı belirleyecekler. IMF ile ekonomimizi , Yök ile üniversitelerimizi ( bilim-teknik , hayvancılık , tarım ,sanayi ) Sık boğaz edecekler.
Amaç olarak da AB yi gösterecekler. Zar zor bişeyler olacaksa da AB istiyor diye olacak.
Olmaz bu iş, Olmaz...

30 Aralık 2006 Cumartesi

28 Şubat'ın postal yalakalarının icraatları bir bir ortaya dökülüyor. Basındaki hicbirsey tesadüfi değildir !!!

RADİKAL'i asker yönlendiriyordu Dilek Yaraş-İnternethaber Gazeteci ve araştırmacı yazar Koray Düzgören, söyleşimizin birinci bölümünde İngiltere'den Türkiye'nin nasıl göründüğünü; İngilizlerin Türkiye'ye bakışını anlatmıştı. Bu bölümde ise Türk basınının sancılı dönemlerindeki tanıklıklarını okuyacaksınız...
***Türkiye’ye dönelim... 28 Şubat sürecini anlatır mısınız? 28 Şubat sürecinde Radikal Gazetesi’nden çıkarıldım. O zamanki genel yayın müdürünün –adını dahi ağzıma almak istemiyorum- (Mehmet Yakup Yılmaz D.Y.) geçenlerde bir dergiye verdiği ropörtajda Radikal’in, ‘Andıç’ denilen rezalet ile bir ilgisi olmadığını söylüyordu. Gerekçe olarak ise ‘Andıç’ı yayınlamadıklarını ileri sürüyordu... Yani, meseleyi çarptırıp, 28 Şubat’ın medyaya bulaştırdığı ve bana kalırsa hala da devam eden pisliğinden kurtulmayı umuyordu.
''Radikal'i generaller yönlendiriyordu'' 28 Şubat’a Radikal bile direnemedi diyorsunuz ... Büyük vaadlerle yayın hayatına başlayan ve benim gibi çizgisi belli bazı gazetecileri de kadrosuna katmaktan çekinmeyen Radikal, özellikle Susurluk rezaleti sırasında gazetecilik açısından çok iyi bir çizgi tutturdu. Ancak, 28 Şubat sürecinin başlaması ile birlikte -diğer birçok gazete gibi- Ankara’daki bazı generaller tarafından yönlendirildi. Aslında 28 Şubat, bir anlamda Susurluk’un bastırılması operasyonuydu. Radikal’in ‘Andıç’ denilen ve general Çevik Bir ve çevresindeki subaylar tarafından hazılanan bir iftira belgesini yayınlamamış olması 28 Şubat sürecinin bir parçası olmadığını göstermiyor... Sizin Radikal’deki göreviniz neydi o dönemde? Forum ve Analiz isimli sayfaların editörlüğünü yapıyordum ve köşe yazısı yazıyordum. Özellikle Forum sayfası, Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk ve Emekli askeri yargıç Ümit Kardeş gibi değerli tartışmacıların da yer aldığı çok değişik görüşlerin olduğu bir fikir formu halini almıştı... ''Refah Partisi her ne pahasına olursa olsun kapanacaktı''28 Şubat’ın darbe havasında gazetenin genel yaklaşımı askerlerin politikalarından yani darbeden yana çözümlere yöneldi. Refah Partisi’nin her ne pahasına olursa olsun alaşağı edilmesi isteniyordu. Bense demokrasi dışı yöntemlere karşı çıkıp meselenin genel oya havale edilmesi, demokratik yöntemlerle çözülmesi gerektiğini söylüyordum. Sonuçta, önce Analiz sayfası yayından kaldırıldı. Bu ilk mesajdı. Sonra da bir iş gezisi sırasında Amerika’dayken Forum sayfasının ve köşe yazımın kaldırıldığını öğrendim. Dönünce de genel yayın müdürü, askerlerin talebi ile işime son vermek zorunda kaldıklarını bana bildirdi... O dönem sadece ben çıkarılmadım, başka tasfiyeler de oldu. Bunlar hep 28 Şubatçılar istediği için ya da onlara şirin görünmek adına yapıldı... Radikal, ‘radikal’ bir gazete olmaktan çıktı. Darbe destekçisi uysal bir gazete oldu. Gelelim Yeni Şafak'ta yazmaya başlamanıza... Bir süre sonra Yeni Şafak Gazetesi’nden yazı yazmam için teklif geldi. Onlara, nasıl bir gazeteci olduğumun ve savunduğum ilkelerin onlar tarafından biliniyor olduğunu varsayarak bunu kabul edip edip etmediklerini sordum. Onlar da bana, bunu bilerek teklif yaptıklarını söylediler... Sol görüşlü yazarlara "İslami basın" mı sahip çıktı yani? O tarihlerde Zaman’da Hilmi Yavuz Yeni Şafak’ta Kürşat Bumin’le birlikte biz üçümüz Türkiye medyasına önemli bir farklılığı getirmiştik. Eski sol ya da sol tandanslı, ilerici diyelim –şimdi bu kavramların hepsi biribirine karıştı- bazı yazarların merkez medya dışındaki, kimilerinin İslamcı dediği, ama İslami hassasiyeti olan, bu değerlere diğerlerinden fazla önem veren gazetelerde görev alması, yazı yazması o zamana kadar görülmüş değildi. Böylece ilk kez, merkez medyadan farklı gündemlerle yayın hayatlarını sürdüren, İslami hassasiyetleri ağır basan medyanın dışa açılabileceği; farklı fikirler, hatta inançlara sahip yazarlarla, gazetecilerle birarada olabileceği bizim o gazetelerde görev almamızla gerçekleşmiş oldu...Bu aslında İslami kesimin sol ve liberal çevrelerle Türkiye’nin önemli temel meseleleri hakkında bir süredir başlattığı diyalogun, bazı platformlarda biraraya gelinmesiyle başlayan sürecin -1995 ve sonrasında- bir devamıydı. 'İslami basın' denilen kesim bu konuda daha cesur, hoşgörülü ve kararlı davrandı. Farklı fikirlerle birarada olmanın bir zenginlik olduğunu gösterdi. Merkez medya bu konuda adım atamadı. Ama merkez medyada da bir Ahmet Hakan var mesela... Ahmet Hakan’ın önce Sabah’a sonra da Hürriyet’e geçmesi merkez medyanın bu alandaki adımları olarak değerlendirilse de aynı şey değil. Çünkü bizler ve sonra aramıza katılan Ali Bayramoğlu, Etyen Mahçupyan ve Şahin Alpay bu gazetelerde yazdığımız için düşüncelerimizi değiştirmiş değiliz. Daha önce neleri savunuyorsak şimdi de aynı doğrultudayız. Bizim açımızdan değişen bir şey olmadı. Ahmet Hakan için ise durum farklı. O eskiye nazaran farkı şeyleri, farklı biçimlerde söylüyor. “Böyle söylediği için Hürriyet’te yazma olanağı buldu” şeklindeki iddiaları tekrarlamak istemem. Ama onun yaklaşımının bizim yaptığımızla aynı şey olmadığını söylemekle yetineceğim. Yeni Şafak için, ‘’İslamcı basın’’, ‘’dinci basın’’ gibi tanımlar var merkez medyada. Ne diyorsunuz buna? Bu yakıştırmalar doğru değil. Yeni Şafak ‘dinci' basın da diğerleri ‘dinsiz’ basın mı? Ben daha önce de solcuların bu tür yakıştırmalarına karşı çıktım. ‘Sosyalist Basın’ derlerdi. Yine böyle diyenler var. Dinci olmak ya da sosyalistlik çalışanların siyasi fikirleri ve genel yaklaşımlarla ilgili bir yakıştırma. Gazetecilik faaliyetini bağlayan bir şey değil bu. Yeni Şafak siyasi bir gazete. İslami hassasiyetleri var. Devletin konumuna, birey devlet ilişkilerine ve özgürlükler meselesine merkez gazetelerden daha farklı bakıyor. İnsan haklarına daha fazla önem veriyor. Bu bakış birçok konuda benim yaklaşımlarıma uyuyor. Yani Müslümanlar istedi diye ya da Müslümanlara hoş gelecek diye kimsenin bir meseleyi eğip bükmesi diye bir şey söz konusu değil. Gerçekler neyse o... Ama diğer gazetelerin önemsemediği bazı değerlere daha fazla önem verildiği ya da bazı olaylara onların baktığının dışında başka persfektiflerden bakıldığı da bir gerçek. Ben o gazetenin sadece yazarıyım. Haber politikası ile benim yaklaşımlarım tam çakışmayabilir. Bu da Yeni Şafak’da yazarların özgürlüğünü gösterir. Ben, Yeni Şafak’ın -ağırlıklı olarak yazarlarıyla- muhalif olma özelliğini koruduğunu görüyorum. Nitekim, Yeni Şafak muhalif bir gazete olarak büyüdü. Satışı 15 binlerden 150 binlere çıktı. Üstelik de şimdi ‘iktidar partisine yakınlık’ yakıştırmalarına rağmen 120 binlik satışını koruyabiliyor. İktidar gazetesi olsaydı bence bu satışı koruyamazdı. Yeni Şafak’ta, istediğiniz her konuda özgürce ve hiç sansürlenmeden yazdığınızı söylüyorsunuz yani... Evet... Bunu bana çok soruyorlar. Pek inanmadıklarından olsa gerek. Ama gerçek böyle. 9 yıldır derin bir saygı ortamında yazıyorum. Bu tabii diğer gazetelerde alışılagelmiş bir durum olmadığı için yadırganıyor. Sanılıyor ki bizim gibi farklı yazarlara devamlı müdahale oluyor. Siz de biraz dikkat gösteriyorsunuzdur herhalde yazdığınız gazetenin "bazı" hassasiyetlerine? Kuşkusuz, -kendi adıma konuşayım- ben de gazetemin bana karşı olan saygı ve güvenine aynı şekilde cevap vermeye çalışıyorum. Gazetemi zor durumda bırakmamak için büyük özen gösteriyorum. Bu kesinlikle bir öz denetim değil. Sadece belli hassasiyetlere saygı duymakla ilgili bir sorumluluk anlayışı. Bence Yeni Şafak yazı işleri, yazarına verdiği önem ve gösterdiği saygı nedeniyle böyle sorumlu bir yaklaşımı hakediyor. Meslek hayatınız boyunca kendinizi en özgür ve en çok baskı altında hissettiğiniz dönemler hangileriydi? Tabii darbe dönemleri. Ama,Türkiye’de bu dönemler hiç eksik olmadı ki. 12 Mart 1971’de kurucuları arasında olduğum TRT Televizyon’unda çalışıyordum. Generaller geldiler ve o zaman yayın hayatına yeni başlamış olan -1968’de- televizyonun topluma ne kadar büyük etkileri olduğunu farkettikleri için televizyondan başladılar işe. Neydi mesela generalleri rahatsız eden? Türkiye, o dönem televizyon sayesinde Doğu ve Güneydoğu’daki insanların yaşadıkları sefaletten, köylerin insanlık dışı ortaçağ görüntüsünden haberdar olmuştu. Muhabere generali olduğu gerekçesiyle –ne alakası varsa- TRT’nin başına getirilen Musa Öğün’ün ( TRT’nin de nihayet bir antenden ibaret olduğunu söylemiş ’’gerekirse ben bu işi 20 tane muhabere astsubayımla yaparım,’’ demişti bir toplantıda) ilk icraatı köy programlarını yasaklatmak olmuştu. Sonra da içlerinde benim de olduğum 15 programcının işine son verdirmişti. 12 Eylül’de ise Cumhuriyet’te çalışıyordum. İnanılmaz bir baskı ortamıydı. Boğazımız sıkılıyor gibi hissediyorduk. Bu baskı ortamı senelerce sürdü. 12 Eylül’ün etkileri bence hala sürüyor. Bugünkü hastalıkların temel nedeni 12 Eylül’ün sürekli hale getirilmiş olmasıdır. 28 Şubat dönemi de böyleydi. Zaten 28 Şubat’ı 12 Eylül sürecinin devamı olarak görmek lazım… 28 Şubat sürecinde az önce anlattım, Radikal’deydim. O zaman, askerlerin talimatıyla ya da askerlere –tabii askerlerle iyi geçinmek isteyen patronlara da- yaranabilmek amacıyla yaptığımız gazeteler el çabukluğu ile değiştirilir Ankara’dan gönderilen ’başka’ haber ve yorumlar yerleştirilirdi. Olup biten herşeyin tanığıyım. Çok baskılı, sıkıntılı günlerdi. Aslında Türkiye’de bu baskı ortamı hiç eksik olmuyor. Gerçeklerle ilgilenen gazetecilerin başları beladan kurtulmuyor. Son zamanlarda medyanın önde gelenleri 28 Şubat’a dair epey bir günah çıkarttı ama… Medya geneli itibarıyle hala 28 Şubat medyası. Demokrasiyi, AB sürecini savunur görünenler bile her an, herhangi bir olayda hemen rotalarını askerlerden, demokrasi dışı çözümlerden yana çevirebilirler. Nitekim hep görüyoruz. Şemdinli Çetesi meselesinde, PKK ile ilgili olaylarda, generallerin yaptığı açıklamalarla ilgili olarak bu yüzlerini hemen gösteriyorlar. Şimdi o dönemin gazete yöneticilerinden bazıları ”Bizim o dönemde bir günahımız olmadı” deseler de siz inanmayın. İşin kötüsü, o dönem işbaşında olanlar hala medyada önemli yerlerde kontrolü ellerinde tutuyor. Hatta bazıları terfi ettiler. O baskılara dayanmak çok kolay olmasa gerek. Sizin gibiler de epey ağır bedeller ödüyorlar… Ya onların istediği gibi bir gazeteci olacaktım ya da gerçekler karşısında görmez, duymazları oynayacaktım... En tepe görevler önerildi. En tepe görevlerde bulundum, ama bunu yapmayı hep reddettim. Her zaman –hatta çok ciddi korkular yaşadığım, tehditler aldığım halde bile- inandığım şeyleri yazdım. Ne pahasına olursa olsun, hangi bedeli ödemek zorunda kalırsam kalayım… Ama, bu muhalif tavrım ve bağımsız duruşum uğruna ödediğim bedellerden pişman değilim. Herkese karşı incelip, bükülmeden fikrimi söyleyebiliyorum. Hiçbir general ve muktedir karşısında eğilmiyorum, ceketimin düğmelerini iliklemiyorum... Çok daha özgür hissediyorum kendimi. Bu da ödenen bedellere değiyor doğrusu.

http://www.haberakit.com/

Esasen Askerlerin veya , medya patronunun veya gazete yönetici yazar bağlantılı biraderlerin yahudi din adamlarının. Medyanın çoğunluğunu her satırına kadar yönlendirdikleri kontrol altında tuttukları biliniyor. Kültürümüze saldırılıyorsa, Bilinçli . Yaşam biçimimiz değiştirilmeye çalışılıyorsa bilinçli olması muhtemel . Yani bireysel silahsızlanma diyorsa , düşünmek lazım. 3. sayfalar hep sapıklık aptallıklarla doluysa vardır bilinçli birileri. Belki daha önce böyle yapın diye uydurdularda şimdi içinden güle güle gerçeğini övüne övüne haberliyorlar. Erkekleri yumuşatmaya yönelik bir haberse vardır bir bilinçli birileri . Aman nüfuz planlaması aman aile planlaması bi şekilde diyorlarsa vardır bilinçli birileri . Her zaman yazılan aman ... elden gidiyor aman .... cilik aman ....cülük .... Uyanmayanlar !!!!! yazık !!! nerede yaşıyorsunuz Ulan ecdadınız kimdi nerde yaşadı???? Kimin çocuklarısınız ????

MALİYE SKANDALI: Cinsel tacizci ve hırsız ama acaip laik öyleyse örtelim bu dosyayı!

İnsanda Allah korkusu olmaya görsün hayvandan aşağı düşer de farkına bile varmaz. İşte bunun son örneklerinden biri: Maliye başmüfettişi Hasan Atılgan.Adamda cinsel tacizden hırsızlığa usulsüzlükten belge sahtekarlığına kadar yok yok. İşin daha da ilginç yanı bütün bunları ortaya çıkarma görevi bulunan Maliye bakanlığı teftiş kurulunun hepsinin üstüne yatıp bir de irtica çığırtkanlığı yapması.Devletin ve milletin sırtına bir sülük gibi yapışan bu kurullar laiklik masallarını bıraksınlar da şu cinsel tacizci ve hırsız müfettişle ilgilensinler.Acaba dinden imandan haberi olmayan bu adamın kanunlardan haberi oldu mu? Acaba teftiş kurulundan birileri bu adam hakkında soruşturma başlattı mı?Hasan Atılgan: Maliye başmufettişi mi? Yoksa, bır sahtekar mı? Maliye bakanlığı teftiş kurulu başkanı bu konuda acaba ne der?Ankara`daki son görevi maliye bakanlığı teftiş kurulu başkan yardımcısı olan Hasan Atılgan, “kendi kendını ödullendirmek” için dört ay kadar önce kendi imzasıyla bir kararname hazırladı: “kendi kendisini ” önce iki ay T.C. Pekin büyükelçiliği’nde, ardından iki ay TC Prag Büyükelçiliği’nde teftişle görevlendirdi! Kendisi böyle söylüyor!Amacı; dört ay dış harcırah almak, tatil ve turizm yapmakmış!Ya da görünen buydu da, Atılgan’ın nihai amacı daha başka mıydı? Amacının Türkıye’nin dış temsilciliklerini devlet’in çıkarları yararına teftiş olmadığı kesin!Maliye teftiş kurulu başkanından aşağıdaki soruları yanıtlamasını beklıyoruz.1. Müfettiş Hasan Atılgan, Pekin’de “görevli” iken, kimden izin alarak ve ne amacla Pekin’den ayrıldı ve Shangay ve Hong Kong’a gitti? Bu ziyaretler masum bir turistik gezi miydi? Atılgan, on gun kadar ortadan kaybolmasını böyle açıklıyor!2. Müfettiş Hasan Atılgan, prag’da “görevli” iken kimden izin alarak ve ne amacla Çek cumhuriyeti’den ayrıldı? Atılgan, yine on gun kadar ortadan kaybolmasını Slovakya, Avusturya ve Macaristan’ı turıstık ziyaret olarak açıklıyor!3. Atılgan, eğer gerçekten görevine baglı bır Maliye müfettişi ise ve görevi devlet’ın parasal çıkarlarını korumak ve suistimal edilmesini önlemek ise, neden eski Hong kong başkonsolosu Tarık Yalvac`ın görev dönemine ilişkin yolsuzluk iddia ve ihbarlarını incelemedi, üstelik raporunda dahi beliirtmeyerek Ankara’daki amirlerinden (teftiş kurulu başkanı Tuncer ve Bakan Kemal Unakıtan) sakladı ve hasır altı etti? Sayın Tuncer’ın ya da sayın Unakıtan’ın kendisinden bu yönde bir talebi oldu mu? Yalvac’ın idari ödeneklerin yanısıra konsolosluk hasılatını zimmetine geçirerek devlet memuru iken yürüttüğü antika ticaretini Ankara’da bilmeyen var mı? 4. Atılgan, eger gerçekten görevine bağlı bir Maliye müfettişi ise ve görevi devlet’in parasal çıkarlarını korumak ve suistımal edilmesini önlemek ise, neden eski Prag büyükelçisi Temel İskit tarafından 1998 yılında satın alınan büyükelçilik kancılarya binasının önce satın alınma ve sonra da elden çıkarılması sırasında yapılan yolsuzluk ve usülsüzlüklerle ilgili iddia ve ihbarları incelemedi, üstelik raporunda dahi belirtmeyerek Ankara’daki amirlerinden (teftiş kurulu başkanı Tuncer ve bakan Kemal Unakıtan) sakladı ve hasır altı etti? Sayın Tuncer’in ya da sayın Unakıtan’ın kendisinden böyle bir talebi oldu mu? Bina, bir çek firmasından onbeş milyon çek kronu’na (650 bin abd doları) satın alınmış ve büyükelçi iskit görevınden ayrıldıktan sonra binanın onarımı ıçın Prag belediyesi’ne başvuruldugunda, belediye uetkilileri hayrete düşerek, 1994 yılından beri gerçekleştirilmesi öngörülen bir yer altı geçidi projesı nedeniyle binaya tadılat yasağı konuldugunu ve proje kapsamında binanın yıkımının sözkonusu oldugunu bildirerek gerekli izni vermemişlerdi. 5. Başmüfettiş Hasan Atılgan’ın prag büyükelçiliği sekreterlerinden Lenka Mackova’ya yönelik son bulmayan cinsel tacizlerinin ve Mackova’nın şikayetlerinin üzeri neden kapatıldı? Atılgan’a bir diyet mi ödendi? Türk halkı’nın, hükümet’in tamamen rasyonel gerekçelerle tasfiyesini öngördüğü teftiş kurullarını (başta Maliye bakanlığı teftiş kurulu olmak üzere) devlet’teki yolsuzlukları ortaya çıkarmak yerine yolsuzlukların üstünü örtmeye yarayan bir mekanizma olarak gördüğünü ve kamu reformu çerçevesinde gerçekleştirilecek tasfiyenin ve yeniden yapılanmanın “laik Türk devletini yıkmak” gibi (tamamen uydurmaca) bır hedefi varmış gibi gösterilerek halkın medya tarafından ifade edildiği üzere “bürokratik oligarşi” tarafından yanıltılmaya çalışıldığını bilmeyen kaldı mı?Maliye bakanı Sayın Kemal Unakıtan’ın yukarıdaki iddiaları hükümet adına araştıracağına inanıyoruz!Not. “hukuk” bilmeyenlerden “müfettiş” olmaz!

Kaynak : http://www.haberakit.com/

Klasik akit haberlerinden , Farklı birşey yok : )
Komik gelmiyor mu artık size de , Ama Bu gazeteye girin , ki yanılmıyorsam cok defa bir hışımla saldırıya uğramış bir basındır, üniformalıların veya diğer kuklaların ( ki onlar kukla olduğunu bile bilmez bir alışkanlıktır ) birçok komik haber.

Geçmemiz lazım artık bunları. Ama oluyor ki bu basın da yazıyor.

28 Şubat - Siyonizm -

DİYORLAR Kİ " HAK VE ÖZGÜRLÜKLERDEN YARARLANARAK LAİK SİSTEMİ YOK ETMEYE KİMSENİN HAKKI YOKTUR!"

BİZDE DİYORUZ Kİ "LAİKLİK ARKASINA SIĞINARAK HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİ YOK ETMEYE KİMSENİN HAKKI YOKTUR !"

BİZ BÖYLE DÜŞÜNMEZDİK , BİZİ BU HALE GETİREN SİSTEMİN BİZZAT KENDİSİ!
.... ,

SADECE DİKTA REJİMLER ORDUYA GÜVENİR VE YASLANIR.HALKA GÜVENEN REJİMLERDE İSE ÖNEMLİ OLAN İNSANDIR, HALKTIR,HUKUKTUR !

YAĞMUR EKEN FIRTINA BİÇER ! diye de eklemişler.


28 ŞUBAT'TAN BU YANA 7 YILDA 26 SAVAŞ UÇAĞI SAVAŞMADAN DÜŞTÜ,HEPSİNİ İSRAİL PEŞİN PARA İLE MODERNİZE ( ! ) ETMİŞTİ ... : GERÇEK HAİNLER İHALECİLERİN ARASINDA !!!

28 ŞUBAT ŞUBAT HALKI ASLA DÜŞÜNMEDİ diye de eklemişler.

Kaynak : 28 Şubatı Gladio nun komutanlar ve destekcileriyle beraber nasıl yapıldığına , sonrası yapılan yolsuzluklara , ve bu yolsuzluklara nasıl ve kasıtlı olarak birsey yapılmadığına dair bir siteden alınmıstır. Tabi söz konusu büyük medyalar , Cumhurbaşkanının başkanı olduğu bir kurul ve katılımcıları ve üst düzey üniformalı ve yöneticiler. Ne beklenebilir ki ???
Hangi rotaryende yetiştirildiysen de , kimler senin dostunsa da bu kadar kahpelik inanılmazdır. Bu oyun , oyun olmaktan , vatanı satmaktan cıkmıs ucsuz bucaksız bir gerizekalılıktır. ! Tabi herseyini sisteme bağlı olanlar,,, ki çoğunluk gibi duruyor ( Yazık ! ) dışında. Onların gerizekalılığı emir ve emin aldıkları büyük üstadlardandır heralde... O Büyük üstadların bilmediği ilimler var. Elbet elleri kolları bağlı olanlar onlar olacak .


Daha da olgunlaşmamız dileğiyle. Biz OSMANLI topraklarında yasıyoruz. Yapılanların hesabını Amerikada da olsa sorarız. (Ahirette de olsa sorarız deseydim sevinirlerdi enayiler ! -Bırakmayacağız Başka dünyalara alemlere -)

ABD’NİN BİLİNMEYEN KANLI TARİHİ

Sistematik olarak Kızılderili soykırımını başlatır,
· 1898 'de Meksika'yı işgal eder,
· Aynı yıl Küb^'ya girer,
· 1921 'de Nikaragua'yı işgal eder.40 yıl boyunca terör havası estirtir,
· 1945'te Japonya2nın Hiroşime ve Nagazaki kentlerine atom bombası atar ve 250.000 kişiyi vahşice katleder ,
· 1950-53 yılları arasında yüzbinlerce koreliyi katleder,
· 1954'te binlerce Guatemala'lıyı katleder ,
· 1955'te Endonezya,Laos,Kampoçya'da çok sayıda CIA operasyonu düzenlenir,
· 1950-59 yılları arasında Küba'da 60.000 kişi ABD destkli Badista birliklerince katledilir ,
· 1961 'de domuzlar körfezi çıkarmasını örgütler ,
· 1965'te Endonezya'da 1.000.000 kişinin kaTLEDİLMESİNE SEBEP OLUR,
· Aynı yıl 10.000 kişi Dominikte ABD paraşütçülerince katledilir ,
· 1975'te Vietnam'dan kovulduğunda ardında milyonlarca ölü ve yaralı,yüzbinlerce sakat,onbinlerce tecavüz olayı bırakır,
· 1970-752te Kamboçya ve Laos'ta 1.000.000 kişiyi katlederler,
· 1973'te şili'de CIA darbesi ile 30.000 kişi katledilir ,
· Arjantin'de 30.000 ilbirlikçileri ile 30.000 kişi katkedilir ,
· 1983'te Lübnan'da 14.000 deniz piyadesi binlerce kişiyi katleder ,aynı yıl 6. filo Lübnan'ı günlerce bombalar,
· Aynı yıl Grenada'yı işgal eder ve yüzlerce kişi katledilir ,
· 1986'ta Libya'yı bombalar ve bine yakın sivili katleder ,ülkeye ambargo uygular ,
· 1989'ta Panama'ya asker çıkartır ve 5.000 panama'lının ölümüne sebep olur,
· 1991 yılında Irak'a saldırır ve 100.000 'nin üzerinde Iraklının ölmesine sebep olur.
· Somali'yi işgale girişir,
· İran'a ambargo uygular,
· Nikaragua'yı karıştırır
· Sadece 1946-1975 yılları arasında 215 kez askeri güce başvurur.Aynı yıllarda insanlığı 19 kez nükleer silah kullanmakla tehdit eder,

Kaynak : http://www.islamustundur.com/

İRTİCA BAHANE , VURGUN ŞAHANE

İRTİCA-LAİKLİK-FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜ
Münafikun : 4 " Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onların canlarını alsın. Nasıl bu hale geliyorlar? "
MEDYADAKİ BAŞÖRTÜSÜ , SAKALLI MÜSLÜMANLAR , KUR'AN KURSLARI İLE İLGİLİ ...HABERLERİNİ HATIRLAYALIM...!
-HOLLANDA'DA HUKUK TAHSİLİ GÖREN TÜRK KIZI AYŞE KABAKTEPE BAŞÖRTÜLÜ OLARAK HOLLANDA ADALET BAKANLIĞINDA ÇALIŞMA HAKKI KAZANDI.
-İNGİLTERE LONDRA POLİSİ MÜSLÜMAN KADIN POLİSLER İÇİN BAŞÖRTÜSÜNE İZİN VERİR.
-BELÇİKA'DA BAŞÖRTÜSÜ İLE OKUYAN CEMİLE AHSEN VE DİĞER ARKADAŞLARI OKULLARINDAN MEZUN OLURLAR.
-HOLLANDA'DA TÜRK KIZI HÜLYA BAŞÖRTÜSÜ İLE POLİS TEŞKİLATINDA ÇALIŞMAKTADIR.
-MC DANILDS ÇALIŞANLARI İÇİN ÖZEL BAŞÖRTÜSÜ ÜRETİP ÇALUIŞANLARINA HEDİYE EDER.
-RUSYA'DA GEÇEN HAFTA ÇIKAN YASA İLE PASAPORTLARDA BAŞÖRTÜSÜNE İZİN VERİLİR.AMA BERLİN BAŞKONSOLOSLUĞU HALA PASAPORT İÇİN BAŞI AÇIK FOTOĞRAF İSTEMEKTEDİR.ŞİMDİ KİM KOMÜNİST KİM ÖZGÜRLÜKÇÜDÜR?
Fransa:
– Katolik kilisesinin liseleri vardır. Devlet, kendi bütçesinden onlara para ödemektedir.
– Müslümanların ve başka dinlere mensup olanların özel okullar, liseler, üniversiteler açmasına izin verilmektedir.
– Bütün Fransız üniversitelerine başörtülü Müslüman kızlar serbestçe gidip okuyabilmektedir. Bazı sürtüşmeler olsa da, liselere de gidebilmektedir. Fransız Danıştay'ı başörtüsü lehinde karar vermiştir.
İngiltere:
– Devlet ve millî Anglikan kilisesi birdir. Kral veya kraliçe hem devletin, hem de kilisenin başıdır.
– Orada en az beş milyon Müslüman yaşıyor. Orada başörtülü Müslüman kızların ilkokuldan üniversiteye kadar dinî kıyafetleriyle tahsil yapması serbesttir.
– Londra emniyeti son bir karar aldı ve Müslüman emniyet memurlarının sarık sarmalarına izin verdi. Bundan haberiniz oldu mu?

Avustralya:
-Victoria Eyaleti’ndeki Dandenong bölgesinde yaşayan Maha Sukkar adlı Lübnanlı Müslüman bayan, Avustralya’da başörtülü olarak görev yapacak ilk polis memuru olacak. Geçtiğimiz Aralık ayında Polis Akademisi’ne kabul edilen Maha Sukkar,....İslâmi kurallara göre polis üniforması giyecek olan polis adayı Sukkar’ın yüzme testinden geçebilmesi için yüzme havuzu sınav süresince kapatılmış. 3 yıl önce Avustralya’ya gelen Sukkar, daha sonraki zamanlarda yüzme derslerinden muaf tutulmuş. Ayrıca akademide yiyecekler de İslâmi kurallara göre Bayan Sukkar’a veriliyor(04.09.2003)

Almanya :
-Almanya Büyükelçiliği'nin resmi basın bülteninde Almanya'daki eğitim kurumları,kamu ve özel işyerleri ile tüm kamusal alanlarda başörtüsünün yasak olmadığı mahkeme kararı ile duyuruldu ( Vakit :10.09.2003)

Onlar " Gavur " , peki ya aramızdakilere ne ad vermeli...!?
İRTİCA BAHANE VURGUN ŞAHANE
Türkiye barolar birliği başkanı E.Ö. "başörtüsü yasağı sokaktada uygulansın " derken , çeteci Erol Evcil'e temiz raporu vermiştir .
Başörtüsü düşmanı vali O.T . çeteci M. Alan' ı korumakla suçlanır.
28 Şubat'çı Oramiral G.E. mafyacı işadamı Korkmaz Yiğit'in, General Teoman Koman ise mafyacı işadamı Cavit çağlar'ın danışmanı çıkarırlar
"Atatürk'ün çocuğu",irtica düşmanı milletvekili A.G.devletin kayıp araba diye aradığı 20 milyarlık arabayı altına çeker.
Bir başsavcıyı irticacı diye suçlayan hakim H.A. evrakda sahtecelikle yargılanır.
Yekta Güngör Özden'in kardeşi S.Ö. 13 trilyonluk ihale şaibesine "laik olduğum için harcanıyorum" diyerek savunma yapar.
Eski dekan E.U. fakültedeki Atatürk portrelerini indirtir ve suçu yeni dekan H.Erdoğana atarak irtica ile suçlar.
İrticanın en büyük düşmanları(!) Kızılay başkanı ve Türk hava kurumu başkanı A.T. yolsuzluk ile suçlanırlar.
Atatürk'çü ,laik şeriat düşmanı Korkmaz yiğit,Hayyam Gariboğlu,Murat Demirel,Cavit Çağlar,Ali Şener,Çörtük... yolsuzluktan dolayı aranmaktadırlar.
ADD karlısu şube başkanı M.U. derneğinde kumar oynatınca dernek kapatılır
Başörtüsü düşmalığını anonsla etrafa duyuracak kadar ileri götüren ilköğretim müdürü C.G.'nin yolsuzluk yaptığı belirlenir.
-Başörtüsü düşmanı dekan K.A.'nın yolsuzluk yaptığı belgelerle ispatlanır.
Hakkında sayısız yolsuzluk iddiası bulunan TŞOF başkanı D.G.,1999 takvimini Atatürk resimleri ile donatır.
Ünlü Atatürk'çülerimiz gazeteci F.A.,A.K,U.D.'nin milyarlarca liralık vergilerine ödemedikleri belgelenir.
Uluslararası af örgütü ve insan hakları komisyonlarınca kara listede olan Özbekistan lideri İ.K.:"Nurcu okullara izin vermedim,yolum Atatürk yoludur" der.
Ruhsatsız kurulan Bursada ki çok katlı otele 25 kat uzunluğunda Türk bayrağı asılır.
Başörtülülere hakaret eden Prof. N.A.yolsuzluk iddiaları üzerine görevine istifa eder.
Başörtüsü düşmanı rektör B.B. silah kaçakçısı E.Timan'ın ortağı çıkar.
Beyoğlu kemalizm araştırma merkezi kurucuları topladıkları bağışlarla lüks hayat yaşadıkları için tutuklanırlar.
Baş örtüsü düşmanı H.Ö. çetecilikten tutuklanır.
Köylünüm fındığını çalarken yakalanan ebe D.P. ile eşi köylülerce dövülünce olayı basına"başını kapatmayınca yobazlarca dövüldü "diye yansıtırlar
Gaziantep teknik direktörü Samet Aybaba , üç futbolcusunu" namaz kılıyor" diye ,irtica ile suçlayarak kulüpten atılmalarına neden olur.Ama kendiside şike yaparak maç kazandırmak suçundan hakkında DGM'ce dava açılır.
Haseki hastanesindeki başörtülü hemşirelere hakaret edip, bir de "devlete karşı başkaldırı içindeler" diyerek savcılığa veren çalışma bakanlığı başmüfettişi Hüsamettin Örnek SSK yı "öpenler" içinde olduğu için hakkında dava açılır.
Özel Bilgi Üniversitesinde başörtüsü sorunu yok iken , haklarında yolsuzluk iddiaları basına yansıyınca , nedendir bilinmez aniden başörtüsü yasağı uygulamaya başlarlar , onlarda formülü mü kaptılar ne ??
Başörtüsü düşmanlığının yılmaz bekçisi KEMAL ALEMDAROĞLU 'nun bilimsel hırsızlık yaptığı artık " Virginia üniversitesince de " belgelenir ve üniversite internet sitelerinde bu hırsızlığı yayınlarlar.
Emekli paşa ilhami Erdil ,emekli olmadan önce bir milyon dolara iki daire alır.Yani yemeden-içmeden , hem de "generallik" maaşı ile 38 yıllık maaş karşılığı...Askeri savcılık faaliyete geçer.
Direk ilgisi yok ( ... ) ama Harran Üniversitesi'ni birincilikle bitiren İlahiyat fakülteli N.A.'ya değilde tıp fakültesi birincesine yaş kütüğüne çivi çaktırırlar...gaziantep Ünivesitesi’nde düzenlenen törende birinci olduğu kompozisyon yarışmasının ödülünü almak üzere kürsüye başörtülü olduğu için çıkarılmayan Hatice Kübra Bakır YERİNE ÖDÜLÜ ÖĞRETMENİNE VERİLİR (15.03.2006)
Atatürkçülük maskesi ardına gizlenerek suç işleyen bir şebeke daha ortaya çıktı. Samsun’un Alaçam İlçesi Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Tevfik Fikret Aykaç’ın vatandaşa yüksek faizle para veren bir “tefeci” olduğu ve bu yüzden tutuklandığı bildirildi. ADD’li Aykaç’ın, ağabeyiyle birlikte oluşturduğu ekibin çok canlar yaktığı ve ocaklar söndürdüğü ileri sürüldü. Ziraat Bankası Bafra Şubesi’nde Müdür Yardımcısı olarak çalışan kardeşi Nadir Aykaç’la yaklaşık 10 yıldır Alaçam’da vatandaşlara yüksek faizle borç veren ADD Şube Başkanı Aykaç ve ekibi, tutuklanarak cezaevine konuldu. (30.03.2006)
TSK'YA TAHSİS EDİLEN BÜTÇE DIŞI ÖRTÜLÜ ÖDENEĞİN TESLİM EDİLDİĞİ KURMAY PİLOT YARBAY OSMAN AYMELEK 'İN 1997-1999 - TAM 28 ŞUBAT DÖNEMLERİ - YILLARI ARASINDA 3.5 MİLYON DOLARLIK VURGUN YAPTIĞI ORTAYA ÇIKAR : VATANI KORUYAN SUBAYLARA BİR ÖRNEK OLARAK...!

Kaynak : http://www.islamustundur.com/

RADİKAL DİNCİ-SİYONİST HIRİSTİYANLIK : EVANGELİZM (Karıştırmak kurcalamak lazım bunları )

EVANGELİSTLER
Sayıları sadece Amerika'da 70 milyona ulaşan, Başkan George W. Bush'un da en büyük takipçisi olduğu Evangelistler, İncil'de yer alan kehanetleri gerçekleştirmek için çalışıyor. Bu koyu Hıristiyanlar'a göre kıyamet 2000'li yıllarda Ortadoğu'da kopacak ve onlar da İsa Mesih sayesinde dünyaya hakim olacak.
Evangelistlerin hayallerinde kıyamet var Dünyadaki pek çok insan Amerikan politikalarını artık İncil'deki kehanetlerin şekillendirdiğine inanıyor. Bush'a seçimi kazandıran Evangelistler ise Ortadoğu'da kıyameti hızlandırmak için çalışıyor. Tanrı ve Başkan bize İsa'yı Ortadoğu'ya getirme şansı doğurdu. Bu bana verilen bir emir!"... Bu sözlerin sahibi kan ve ateş altındaki Irak'ta Evangelistler için çalışan misyoner Tom Craig. Evangelistlerin Bağdat'ta şimdiden 9 kilisesi ve yüzlerce müridi var. Amaç Irak'ı Ortadoğu'da Evangelizm'in merkezi yapmak ve tıpkı İncil'de sözü edildiği gibi dünyanın bütün kavimlerini bu Kilisede toplamak. Evangelistlerin "Kilisesi" var ama aslında Protestanlığa ait küçük inanç farklarıyla bir araya gelen büyük bir ittifaktan söz etmek daha doğru. Genel olarak liberal Protestanların ve Baptistlerin dışında kalan tüm Protestanlar Evangelist adını alıyor. Kökleri Yunanca'da "Müjde" anlamına gelen "Evangelion"dan gelen bu isim İncilci tanımına denk düşüyor. Ancak kast edilen elbetteki "Eski Ahit" ve Mesih inancı. Protestanlığın bu yorumunda pek çok şey gizleniyor. Amerikan İsrail ilişkilerinden Büyük Ortadoğu Projesi'ne kadar kimi zaman "komplo" teorilerine boyanan kavramların altında 70'li yıllarda yeniden dirilen "Evangelizm" yatıyor. Evangelistleri bu aralar önemli hale getiren iyi ve kötü arasında kaçınılmaz olarak gerçekleşecek o yıkıcı savaşa, yani Armageddon'a olan inançları ya da insan eliyle yaratılacak kıyamet fikrini destekliyor olmaları ve dünyayı ele geçirmek istemeleri değil. 70 milyonluk nüfuslarıyla ABD seçimlerini etkilemeleri ve bu fikre inanan güçlü politikacılarının Beyaz Saray'da etkili olması. Durum böyle olunca ABD'nin Ortadoğu'daki etkinliği, İsrail sorunu ya da Büyük Ortadoğu Projesi gibi kavramların izi politikanın dinamiklerinde değil, kutsal kitapların satır aralarında sürülüyor. Ve dünya başkentlerinde Amerikan politikalarının, özellikle de Irak'ın işgalinin kaynağını "Eski Ahit"den aldığı şüphesi hızla yayılıyor. Ezici bir üstünlükle yeniden seçilen Bush 1985 yılından beri sık sık diz çöküp dua eden ve "Yaradan" sözcüğünü ağzından düşürmeyen bir Evangelist. Seçimlerde pek çok Amerikalı politik kaygılardan çok, Bush'un yeniden seçilip "İncil'deki kehaneti gerçekleştirmesi" için oy verdi. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra sık sık "Haçlı Seferi" ya da "İyi-Kötü" gibi kavramları kullanan Bush'un bir politikacıdan çok dünyanın dört bir yanına yayılmış olan Evangelist vaizlerden biri gibi konuşması bu şüpheyi daha da belirginleştiriyor. Önceki Amerikan başkanları Carter ve Reagan da benzer cümleler kullanıyor, İsrail devletinin kutsallığından ve kıyametten söz ediyordu. Ancak Bush açık bir biçimde "Mesihçi" ve "kıyametçi" bir başkan olarak hepsini geride bırakıyor. 11 Eylül saldırısı da Evangelistlerin yükselişinde etkili oldu. ABD'de saldırıdan hemen sonra yapılan kamuoyu araştırmalarına göre kendisini "Evangelist" olarak tanımlayanların oranı yüzde 46'ya yükseldi. Irak'ın işgalinden sonra ise yüzde 50'nin altına düşmedi. Irak'taki Amerikan tanklarının üzerlerine asılan haçlar, çarpışmadan önce vaftiz olan askerler ve birbiri ardına açılan Evangelist Kiliseler işte bu gelişmelerin bir sonucu. Peki nedir Evangelizm? Bu Hıristiyanlık yolunun kökenleri Martin Luther'e ve Protestanlığın kuruluşuna kadar gidiyor. Luther kendi kurduğu kiliseye "Evanjegelik Kilise Hareketi" diyordu. Protestanlık faizi reddeden Katoliklere karşı faizi serbest bırakıyor, "ahiretten" çok bu dünya ile ilgili düzenlemelere vurgu yapıyor, çalışmayı, ticareti ve üretimi kutsuyordu. Protestanlığın bu görece modern girişimleri bir reform hareketi olarak değerlendirildi. Ancak Protestanların en önemli farkı ilk beş kitabını Tevrat'ın oluşturduğu 39 kitaptan oluşan Eski Ahit'e inanmalarıydı. Eski Ahit, özellikle ABD'nin kuruluşunda farklı yorumlara ve anlayışlara yol açtı. Bu, bakış açılarında "kıyamete" ve "Mesihçiliğe" ayrı bir değer vermelerini sağlıyordu. Özgür iradenin "Tanrı" tarafından çizilen kaderin dışına çıkamayacağını öngören Evangelistler, bu kaderi hızlandırmak için Hıristiyanların ellerinden geleni yapması gerektiğini savunuyor. Ve Armageddon'la, yani "iyi" ile "kötü" arasındaki o büyük savaşla gelecek olan kıyameti ve Mesih'i hızlandırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Seçilmiş insanlar olduklarına inandıkları Yahudilerin, bir kıyamet koşulu olarak desteklenmesi gerektiğini düşünüyorlar. 70'li yıllardan itibaren yeniden dirilen ve muhafazakarlaşan Evangelizm aradan geçen otuz yıl içinde Hıristiyanlığın en hızlı büyüyen "Kilisesi" oldu. Ve Ortadoğu'da yaşanan gelişmeler pek de yabana atılmamaları gerektiğini gösteriyor. 2004 yılında toplam sayıları 500 milyona ulaştı. Hıristiyan nüfusun 4'te birini oluşturuyorlar. 2050 yılında tüm Hıristiyan nüfusunun yarısı olacakları tahmin ediliyor. 70 milyon kişilik nüfusla en çok Amerika'da yaşıyorlar. Amerika'nın ardından en yoğun bulundukları ülke Brezilya (30 milyon). Evangelistlerin şu anki güçlü durumu 1970'li yıllarda ortaya çıkan yeni-Evangelizm akımıyla oldu. Şili'de Hıristiyanlar'ın 4'te biri Evangelist. Fas'ta halkı Evangelist yapmak için çalışan 150 misyoner var. Kaliforniya'da ünivesitede ders olarak okutuluyor. Onlara göre İncil Tanrı'nın kitabı, İyi ve Kötü arasındaki savaş (Armageddon) dünyanın dengesini oluşturuyor, dünyanın sonu geliyor, dünyada yaşanan her şey, yapılan her savaş Tevrat'taki efsanelerde, İncil'de anlatılıyor, İsrail vadedilmiş toprak ve günün birinde tüm Museviler İsrail'e dönüp Evangelist olacak... Onlar protestanlığın Evangelist mezhebine bağlılar... Irak Savaşı aslında hiç de görüldüğü gibi değil, ardında birçok dini etken olan bir savaştı. Ve olup bitenleri sadece Evangelistler anlıyordu. Evangelistler Amerika'yı tamamen ele geçirdikten sonra asıl hedefe yani dünyayı evangelistleştirmeye yönelmişti. Bu da onların inanışına göre durdurulamaz bir dönemdi. Bu dönem tamamlanacak, bu uğurda ölünerek de İsa'nın yanına yükselinecekti. ( Sabah :03.07.2004 )
BUSH
ABD Başkanı George W. Bush, sabahın erken saatlerinde kalkıp dini kitaplar okuyor. Kabine toplantıları da dualarla başlıyor. Bush kendisine sorulan basit soruları bile İncil'den örnekler vererek cevaplıyor. "Yaradan" kelimesini dilinden düşürmeyen Başkan, görevinin kendisine Tanrı tarafından verildiğine inanıyor.Fransız Le Nouvel Observateur Dergisi Amerika Başkanı George W. Bush'un dünya üzerinde yaşayan 500 milyon "Evangelist"in en önemli dini liderlerinden biri olduğunu yazdı. ( SABAH : 7-11 Mart 2004 ) ... Vallik dönemlerinde Bush'u tanıyanlar onun kendisi hakkında "kutsal bir görev aldığını" söylediğini anlatıyorlardı. Zaten konuşmalarından bir kısmı da Evangelist kilisesinin ateşli savunucularından Michael Garson tarafından yazılıyordu. Vali olarak başarı kazanan Bush için yeni adımlar atma zamanı gelmişti. "Yaratan beni seçti" diyen Bush, Evangelist kilisesinin desteğiyle başkanlık yarışına da büyük bir hızla geldi. Başarısız olması hemen hemen imkansızdı çünkü Bush'a yapılan maddi yardımların dışında medya desteği de inanılacak gibi değildi. Evangelist televizyon kanalı "The Family Channel" (Aile Kanalı) da rahipler, "Yaratanın bana 2004 seçimlerinin tam bir patlama olacağını söylediğini duyuyorum. Bush çok kolay bir şekilde seçimleri kazanacak... Yaradan onu destekliyor çünkü o iyi bir Hıristiyan. Yaratan onun dünyanın başına gelmesini istiyor..." şeklinde konuşuyorlardı. Dedikleri de oldu ve ülkede yaşayan yaklaşık 70 milyon Evangelist Bush'a destek verdi, Bush da Beyaz Saray'ın kapılarını fazla zorlanmadan aralamış oldu. Fakat Bush'un başkan seçilmesi onun söylemini değiştirmedi, aksine daha da belirginleştirdi.
Fransa'yı "iyi-kötü" savaşı için yanında isteyen Bush, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'a yazdığı mektupla Cumhurbaşkanı'nı tam anlamıyla şoke etmeyi başarmıştı! "Magog ve Gog" kavramlarından yani İyi-Kötü savaşından bahsetmişti. Chirac, bu felsefeyle bir savaş başlatılamayacağını söyleyip Bush'un yanında yer almayacağını kati bir dille ifade etti. Bush daha gün doğmadan kalkıyor. Tek başına Beyaz Saray'ın sakin bir köşesine çakiliyor. İstihbarat raporlarını ya da haber özetlerini okuduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. O dini kitaplar okuyarak güne hazırlanıyor. En çok okumayı sevdiği kitap ise İskoç asıllı gezici rahip Oswald Chambers'in "Dini Nasihatler" isimli kitabı. Chambers din dünyasında Haçlı düşüncesini öven düşünceleriyle tanınıyor. Peki Beyaz Saray'daki kabine toplantıları sizce nasıl geçiyor? Kabine toplantıları tahmin edeceğiniz gibi dualarla başlıyor. Kabine üyeleri Eski ve Yeni Ahit'ten seçtikleri pasajları okuyup, tartışıyor. Toplantılarda sigara ya da içki kullanılmıyor. Güne bu şekilde başlayan Bush, kendisine sorulan basit devlet konularına bile verdiği cevapları İncil'den verdiği örneklerle destekliyor. Bush ve Evangelist düşünceyi medyada ilk inceleyenlerden biri hiç kuşkusuz Amerikan Newsweek Dergisi oldu. "Bush ve Yaradan" isimli bir dosya hazırlayan dergi, Bush'un vaaz kitapları okuduğunu, en çok sevdiği kitabın yazarı Oswald Chambers'ın "1917 yılında Mısır'da Türk askerlerine karşı savaşan Anzak 'lara moral verdiğini yazmıştı. Bush'un aldığı politik olsun ya da olmasın tüm kararlarının ardında Billy Graham ve oğlu Frank Graham'ın olduğunu belirten dergi, "Bush, Başkan olmasını da, Irak Savaşı'nı da Allah'ın iradesine bağlıyor. Bu görevleri yerine getirmek için Başkan olduğuna inanıyor" diye yazmıştı.( Sabah: 03.12.2004 )

Aydın Doğan Nasıl "Yurtsever" Oldu? Ne zaman Çökecek ?

Aydın Doğan'ın sahip olduğu holdinglerde aylardır hummalı bir faaliyet gözlenmektedir. Doğan "medya" holdingde birbiri ardına yapılan atamalar ve çıkartmalar sonucunda, M. Ali Birand gibi "kaşarlaşmış" yüzler "vitrin"e taşınırken, "kaşarlaşmış" bir başka yüz (Fatih Altaylı) soluğu Sabah gazetesinde aldı. Rivayetlere göre, Aydın Doğan CNN-Türk'ün içini boşaltırken, diğer yandan Kanal D'de yapılan yeni "atamalar" yeni bir "şeyler"in habercisiydi. Ancak "medya"nın "kulağı kesik" habercileri bu "yeni" haberin ne olduğuna ilişkin hiçbir yorumda bulunmuyordu. Kimisi "mesleki dayanışma" adına, kimisi bu yeni paylaşımdan kendisine de bir pay düşeceği beklentisiyle "kulaklarını dikip" beklemeyi yeğlemiştir. Aydın Doğan'ın "medya" holdinglerinde yaptığı değişikliğin ardından sahibi olduğu Petrol Ofisi "yeni vizyonu"yla tüketicinin karşısına çıktı. İddia büyüktü! Aydın Doğan holding, Petrol Ofisi aracılığıyla "enerji oyununun adını koymuş"tu: Yurtsever benzin. Kendisini "reklam" uzmanı sanan Ali Atıf Bir'e göre, Aydın Doğan "yurtsever benzin satıp vatanı dışa bağımlı olmaktan kurtaran" kişi oluyordu. Bu "reklam" uzmanına bakılırsa, "Yurtsever konsepti", PO için bulunmaz bir fırsattı. Dahası PO "stratejik düşünceye, algı haritasında doğru yere oynuyor"du. Eğer bu "reklam uzmanı"nın sunuşundan yola çıkılacak olursa, Aydın Doğan ve holdingleri "strateji" değiştirmiş görünmektedir. Sözkonusu olan petrol gibi "stratejik enerji" olunca, ister istemez Aydın Doğan holdingin "stratejik düşüncesi", "global" boyutlar ortaya çıkarmaktadır. Amerikan emperyalizminin Irak işgalinin arifesinde, Türkiye'de ve Kuzey Irak'ta konuşlandırılacak Amerikan işgal güçlerine benzin satma hesapları yapan Aydın Doğan ve holding yöneticilerinin, tüm "medya" güçlerini harekete geçirerek 1 Mart tezkeresini kabul ettirtmeye çalıştığı anımsanıldığında, "stratejik düşünce"nin, Amerikan emperyalizminin petrol kaynaklarını işgalinden pay alma düşüncesi olduğu akla gelmektedir.[1*] Ama şimdi "Yurtsever konsepti" gündeme getirilmiştir. Bu durumda Amerikan emperyalizmiyle "işbirliği"ne dayanan "stratejik düşünce" değişmiş görünmektedir. Biraz geriye dönüldüğünde Doğan Holding'de "birşeyler" olduğu açıkça görülmektedir. Anımsanacağı gibi, "özelleştirme" furyasında, "medya-siyaset" ilişkileri içinde "medya patronları" kamu bankalarını aralarında paylaşmışlardır. Sabah ve ATV sahibi Dinç Bilgin'in payına Etibank düşerken, Aydın Doğan'ın payına Dışbank düşmüştür. Ancak Dinç Bilgin, Kasım 2000 "krizi"yle birlikte iflas etmiş ve ardından "banka hortumlamak"tan suçlu bulunmuştur. Aydın Doğan ise, Şubat 2001 kriziyle bile yıkılmamış, büyümesini sürdürmüştür. Dışbank'ı POAŞ izlemiş ve böylece "medya"cılıktan bankacılığa, bankacılıktan enerji sektörüne atlamıştır. Ne olduysa olmuş, birden "büyüyen" Aydın Doğan "küçülmeye" karar vermiştir. İlk yaptığı iş, Dışbank Hollanda'yı Cıngıllıoğlu'na satmak olmuştur. Ardından Dışbank'ın tamamının Foris Bank'a satışı gelmiştir. "Medya" manşetlerinde büyük övgüler düzülen bu satış sonucunda Aydın Doğan, net 1,1 milyar doları cebine indirmiştir. Ve bu yılın Haziran ayında Kanal D'nin %20 hissesi 150 milyon dolara Deutsche Bank'a satılmıştır.[2*] Böylece bir yıl içinde Aydın Doğan "mal varlığını" nakite çevirmiş ve yaklaşık 1,5 milyar dolarlık bir "likit"e sahip olmuştur. Forbes'in "dünyanın en zengin 1000 kişisi" listesinde 1 milyar dolar servetiyle 620. sırada görünen Aydın Doğan'ın, bu satışlarla birlikte ilk 100'e girmesi bile mümkündür. Kimilerine göre, Aydın Doğan "safra" atmıştı, elindeki nakitle Telekom ve Tüpraş "özelleştirmeleri"nden daha büyük bir pay alma peşindeydi. Bu nedenle hiç kimse Aydın Doğan'ın pılısını pırtısını toplayıp kaçmaya hazırlandığını iddia edemezdi. Zaten kaçacak adam "gözünden" belli olurdu. Oysa Aydın Doğan "memleketi" olan Kelkit'e "büyük yatırımlar" yapıyordu. O artık bir "yurtsever" olmuştu. Elindeki nakiti böylesine "yurtsever" işlerde kullanan birinin kaçma hazırlığı yaptığını kimse söyleyemezdi. İşte bu "yurtsever stratejik düşünce"yle, "yurtsever benzin", Temmuz sonunda piyasaya sunuldu. Artık o, bir "yurtsever"di. Öyle ki, Aydın Doğan'ın bu "yurtseverliği" bay %5 Ertuğrul Özkök'e bile bulaşmıştı. Aydın Doğan'ın Kelkit'teki "büyük yatırımları" sayesinde bay %5, "hayatında ilk kez" "şehit evine" gitmişti. O da, artık bir "yurtsever" sayılabilirdi. Şimdi sorun, Aydın Doğan'ın bu yeni "yurtsever konsepti"nin hangi "stratejik düşünceye" dayandığı ve elindeki nakit parayı (ne yapacağı değil) ne yaptığıdır. Görülen o ki, Aydın Doğan'ın "stratejik düşüncesi", ülkede yükselen "milliyetçilik" dalgasını yeni bir sıçrama tahtası olarak kullanmak ve bu yolla "nurlu ufuklar"dan bir başka "ülkü"ye perende atmaktan ibarettir. Bir bakıma aslına rücu etmektedir. Tek farkla ki, bir süre soluklanmaya çalıştığı "nurlu ufuklar"ın "ılımlı" cemaatinin "şefkatli kolları" yavaş yavaş sıkılmaya başlamıştır. AB propagandisliği ve "AB emperyalizmi"nin işbirlikçiliğine soyunmak da artık pek kârlı ve "stratejik" görünmemektedir. Bugün Aydın Doğan'ın yapmaya çalıştığı, "banka hortumlamak"tan suçlanarak tüm mal varlığına el konulmasını engellemeye çalışmak ve bunu engelleyemediği koşullarda mal varlığını bugünden nakite çevirerek sağlama almaktan ibarettir. Güngör Uras'ın sıkça uyardığı gibi, "ılımlı islam" hükümetiyle birlikte "kartlar yeniden karılmış ve yeniden dağıtılmaya başlanmıştır". Bir dönemin "özelleştirme" furyasıyla kamu kuruluşlarının yağmalanmasıyla elde edilmiş zenginlikler, şimdi el değiştirmektedir. Aydın Doğan'ın korkusu, sıranın kendisine geldiğidir. İşte bu "stratejik düşünce"yle, bir yandan nakite geçerken, diğer yandan "yurtsever" imajıyla kendini korumaya çalışmaktadır. "Yurtsever konsepti" özenle seçilmiştir. PO aracılığıyla "vatansever"lik değil, "yurtseverlik" öne çıkartılmaktadır. Bu yolla, sadece "milliyetçi" kesimler değil, aynı zamanda "sol" kesimler de Aydın Doğan'ın koltuk değneği olmaya adaydır. Aydın Doğan'ın "stratejik düşüncesi"nde, stratejik yedekler bu şekilde ortaya çıkarken, stratejinin temel gücü, nakit paradır. Diğer yandan Aydın Doğan bir "işadamı"dır. Her işadamı gibi, "işini yapar". Şimdilik elinde biraz "medya" kuruluşu ve PO vardır. Dolayısıyla bunlarla "iş" yapmayı da sürdürecektir. "Enerji oyununun adını koyan" PO ortaya çıktığında, "milliyetçi" cenahtan PKK'ye karşı mücadelenin yeni taktikleri üretilmeye başlanmıştır. Bu "yeni taktik"e göre yapılması gereken tek şey, Habur kapısının kapatılması ve bu yolla Kuzey Irak'la olan her türlü ticaretin (özellikle mazot ticaretinin) sona erdirilmesidir. Böylece Kuzey Irak Kürt yönetimi büyük bir gelir kapısından mahrum kalacağı için, PKK'nin Kuzey Irak'ta "barınmasına" izin vermeyecektir. Öte yandan Türkiye üzerinden lojistik sağlayan ABD de Habur'un kapatılmasıyla birlikte "hizaya" gelecektir. Bu "milliyetçi" taktikler uygulandığında istenilen sonuçların ortaya çıkıp çıkmayacağı bilinemese de, Habur üzerinden ülkeye giren "kaçak mazot"ta büyük bir azalma olacağı kesindir. Kaçak mazot ticaretinin durmasından kârlı çıkacak olan ise, hiç şüphesiz petrol dağıtım şirketleri olacaktır. Amerikan emperyalizminin Irak işgalinin ilk günlerinde "komşuda pişer bana da düşer" diyen Aydın Doğan, şimdi "kendin pişir kendin ye" ile tanımlanan "yurtsever"liğe geçiş yapmıştır. Tüm bu "stratejik düşünce"ler ve buna bağlı "yurtsever konsepti", kendi yanında istihdam ettiği eski "solcu" danışmanların engin bilgi ve irfanlarının ürünleridir. Reina'da "yeni-sömürgecilik muhabbeti" yapan bu danışman kadrosu, AB'den umudu kesmiş, yabancı sermayenin artık işbirlikçiye ihtiyaç duymaz hale geldiğini algılamaya başlamışlardır. Amerikan emperyalizmi ile "stratejik ortaklık"ın da işe yaramadığını hissetmektedirler. Bu durumda tek yol "sine-i millete dönmek"tir. Ama unuttukları tek şey, paranın dini olmadığı gibi, milletinin de olmadığıdır. Anımsayamadıkları ise, "millet"le yola çıkanların ancak "milliyetçilik"e ulaşabileceğidir. Milliyetçiliğin yolu ise, yurtseverliğin tam karşıtına çıkar.[3*] Dün dini politikaya alet edenlerden, kişisel çıkarları için dini kullananlardan söz edilirken, şimdi "vatan, millet, Sakarya" yetmezmiş gibi, "yurtseverlik" de politikanın ve kişisel çıkarların hizmetine sunulmuştur. Belki de Aydın Doğan ve hempalarının** hiç de "kötü" niyetleri yoktur! Onlar belki de, ülkenin "makus talihini" yenerek, ülkenin ilk "milli burjuvası" olmaya karar vermişlerdir! Belki de, eski dönemin anti-emperyalist "milli" burjuvaları gibi milliyetçi olmaktansa, "yurtsever" olarak "ulusal burjuva" diye anılmak istemektedirler. Kim bilebilir ki! Şüphesiz bu bir bilmece değildir. Popüler ifadeyle "medya-siyaset-mafya" ilişkisi çerçevesinde varolmuş, kökeninde 12 Eylül askeri darbesi yatan bir holdingin, 12 Mart holdinglerinin kaderini paylaşacağı kesindir. Bütün sorun "misyon"unu tamamlayıp tamamlamadığıdır. "Misyon"unu tamamlamış hiç bir şey, kendi kendine uydurduğu yeni "misyonlar"la varlığını uzun süre devam ettiremez. Bu da işbirlikçilerin tarihinin küçük bir dersidir.

[1*] Her ne kadar bu satışın RTÜK nedeniyle "karşılıklı anlaşmayla iptal" edildiği ilan edilmişse de, söz konusu olan sadece "yasal bazı engeller"dir.
[2*] Kürt milliyetçiliğinin kendisini "yurtsever" olarak tanımladığı düşünülecek olursa, bunun da fazlaca önemi yoktur.
[3*] Hempalar sözcüğünün anlamını bilmeyenler için belirtelim ki, TDK sözlüğünde "hempa"nın karşılığı, "kötü işlerde aynı amaçla ve birlikte hareket eden kişi, ayakdaş" olarak verilmektedir.

Kaynak : http://www.kurtuluscephesi.com

Düşmanın varettiği işbirlikçilerin tükeneceği kesindir. Ama vakit ne zamandır?
Düşman tarafından varedildiyse elbetteki onun emrinde olacaktır. Onların çıkarına gibi görünmeyen yaptıkları varsa da , vardırdüşmana bir açıklaması, vardır kendine göre bir dengesi .
Bu adamlar siyonizm tarafından cıkartılmış , büyütülmüş kişilerdir . Elbetteki kullanma süreleri bitince de gözden cıkartılırlar. Düşman için bir değerleri yoktur. İstediği zaman istediklerini yaptırabilirler. Bu şahıslar da esasen ne yaparlarsa kendileri için yaparlar.

Gercek basınımızın , gercek müteşebislerimizin Hep desteklenmesi , ve tam desteklenmesi ve sayılarının artması temennisiyle ....

Neden yahudi mallarını kullanmamalıyız..

1- Sen Lıkır Lıkır Coca Cola içerken israil, Filistin ve Lübnan'da Tıkır Tıkır çocuklarımızı katlediyor.
2- Senin kullandığın her yahudi ürününde israile katkı payı kesintisi yapılıyor ve israil senin aldığın o ürünülerden sağlanan katkı payı ile ekonomisini güçlendiriyor silah alıyor ve müslümanları katlediyor.
3- Senin içtiğin her bir marrlboro camel vs.. sigaralarından çektiğin her bir nefeste ortadoğuda bir nefes sönüyor.
4- Temel felsefeleri : Dünya üzerinde yaşanan terör ve anarşi olaylarının temelinde Siyonist Yahudi hareketi yatmaktadır. Terör, anarşi ve vurgunculuk, Siyonist Yahudi idealinin gerçekleşmesi için oluşturulan bir zemin, atılan bir adımdır. Siyonist Yahudi'nin dünya egemenliği idealinin gerçekleşebilmesi için diğer milletler ya uyuyacak derecede sarhoş olacaklar ya da önlerine konacak mesellerle öyle bir meşgul olacaklar ki, böylece kendi hâllerine düşecekler ve Siyonistlerin yaptıklarını görüp analiz etmeye vakitleri olmayacaktır.
5- İsrail Devletinin kurucusu Ben Guryon'un "Dünyanın ne söylediği umurumda bile değil. Önemli olan bizim varolmamızdır. Bir Yahudinin hayatı karşılığında ödenecek bir bedel olduğunu bilmezlerse varolamayız. Tek gerçek budur." Sözleri ile nasıl bir zihniyetin ürünlerini kullandığımızın farkına vamayacakmıyız hala.
6- Eğer insanlar din adına yardım isterlerse onlara yardım etmemiz gerekir. Bu desteğin vasıtası düşmanın mallarına uygulanacak tam bir boykottur. Mallarının alınmasında kullanılan her lira, kuruş vs. Sonunda Filistin'deki kardeşlerimiz ve çocuklarımızın kalplerine sıkılan bir kurşuna dönüşmektedir. Bu nedenle, mallarını satın almayarak onlara yardım etmemek bir yükümlülüktür (İslam düşmanlarına). Onların mallarını satın almak zorbalığa, zulüme ve şiddete destek olmak demektir. Onlardan mal satın almak onları güçlendirir; bizim görevimiz onları mümkün olduğunca zayıf düşürmektir. Bizim yükümlülüğümüz Kutsal Topraklardaki direnen kardeşlerimizi mümkün olduğunca güçlendirmektir. Eğer kardeşlerimizi güçlendiremiyorsak, düşmanı zayıflatmak gibi bir görevimiz var demektir. Eğer onları güçsüz düşürmenin tek yolu boykot ise, onları boykot etmemiz gerekmektedir.
7- Hz. Ali, Allah kendisinden razı olsun, şöyle demiştir: "Üç düşmanınız vardır; sizin düşmanınız, sizin düşmanınızın arkadaşları ve sizin arkadaşınızın düşmanları." Amerika günümüzde sizin arkadaşlarınızın düşmanı olmaktan da ötedir; kendilerini İsrail için yok edebilirler. Dünya çapındaki İslam Ümmeti 1.3 milyarlık nüfusu ile ABD ve şirketlerini boykot ederek onlara zarar verebilir. Bu dinimizin bize yüklediği bir sorumluluktur ve Allah'ın yoludur. Başka ülkelerden bir alternatif ürün olduğu halde Amerikan veya İsrail ürünleri satın alan her Müslüman haram bir davranış içine girmektedir. Açıkça büyük bir günah işlemektedirler.
8- Eğer bu son israil teröründen sonrada hala kullanıyorsak yahudi ürünlerini, yazıklar olsun bize yazıklar olsun kendine Elhamdülillah Müslümanım diyen kişilere Yazıklar olsun o Marrlboro sigarasından bir nefes çekenlere Yazıklar olsun Lıkır Lıkır Coca Cola içenlere...


Bize destek vermek için tiklayiniz..


Kaynak : http://www.terroristisrael.com/

IRAK'TA YARGILANAN GERÇEK SADDAM DEĞİLDİ! ASILMADI DA!!!

Bir kaç ayda bir TV`lerde tiyatro gösterileri gibi sunulan zat gerçek Saddam değil! Peki dünya kamuoyunun yargılandığını zannettiği, idama mahkum edildiği ilan edilen adam kim? Gerçek Saddam nerelerde?Mahkemede gösteri yapan zat Saddam`ın onlarca dublöründen birisi. Dahası, oğulları Uday ve Kusay da hayatta. Öldürüldüğü söylenen cesetler Saddam’ın oğullarına ait değil!Saddam Irak`ı teslim ettikten sonra, ABD`nin sunduğu imkanlarla bir adada, huzur ve refah yaşıyor….
Nasıl olur? ABD en azılı düşmanının bir tatil beldesinde, rahat yaşamasına nasıl müsaade eder? diyorsanız; düzeltilmesi gereken pek çok yanlış bilgiye sahipsiniz demektir. Öncelikle Saddam ABD`nin düşmanı filan değildi(r). Bütün Arap diktatörleri gibi Saddam da ABD`nin kuklasıdır. Batı düşmanlığı katılmış gerilim politikaları diktatörlerimizin işine gelmektedir. Zira Batı ve İsrail aleyhtarlığının olduğu bir ortamda kimse iktidarlarını sorgulamamaktadır. Arap ülkelerine çöreklenmiş bu “güdümlü zevat” koltuklarının Batı’nın elinde olduğunu iyi bilmektedirler. Son zamanlarda Ortadoğu`da “değişim”den bahsedilmesi Arap liderlerini endişelendiriyorsa da; ABD koltuk tehdidi ile başka şeyler hedefliyor olabilir.
Birinci Körfez Savaşından önce ABD Saddam`ı Kuveyt`e girmeye cesaretlendirmiş, girince de bütün dünyanın gözü önünde bir güzel dövmüştür. Böylece Saddam terbiye edilmiş, Araplardan savaş giderleri için sıcak para tahsil edilmiş, miadı dolan mühimmat yenilenmiş, dünyaya güç gösterisi yapılmış, diğer bölge diktatörlerine ders verilmiş ve devreye sokacakları Büyük Ortadoğu Projesi için altyapı oluşturulmuştur. O dönemde ABD`ye götürülen ve eğitilen Irak’lı Şii-Kürt pek çok genç şu anda Irak`ta istihdam edilmektedir. 2. Körfez Savaşı`nda bölgenin en güçlü ordularından birine sahip Irak Ordusu`nun nasıl teslim olduğunu hatırlarsanız bazı sorularınız cevabını bulacaktır. Müdahale öncesi kahramanımız Saddam`ın savurduğu tehditleri düşünün.
ABD bu tehditlere rağmen Irak`a kahramanlık! ve cesaretle! girmiş, Saddam gibi gözü pek bir caniyi dize getirmiş olacaktı. Ve beklenen oldu. Saddam tek kurşun atmadı, ABD sıfır zayiatla Irak`ı teslim aldı. Birinci Körfez Savaşı`nda ABD`den iyi bir kazık ve dayak yiyen Saddam Amerikaya karşı dayanamayacağını biliyordu. Baskı ve zulüm altında inlettiği halkına da güvenemiyordu. Akıllıca, en risksiz ihtimali seçti. ABD ile anlaştı ve Irak`ı teslim etti. Saddam`ın sözde direnişi ve bir mahzende yakalanması mizansenin parçasıydı. Saddam ve çocukları dünyanın bilmem neresinde asude hayatlarına devam ederken, dünya Saddam’ın yakalanışını ve adaletin kollarına! teslim edilmesini ekranlarda defalarca izleyecekti. Bu alışverişten iki taraf da karlı çıkmıştı. Biri canını kurtarmış, diğeri dünyaya gücünü ispat etmişti. Saddam? idam edilirse adalet tam tecelli edecek ve bu perde kapanacaktır. Gerçek Saddam Bağdat sokaklarında bile endişesiz dolaşabilecektir artık.Afganistan`da SSCB`ye karşı kullanılan, sonra bir ???öcü“ye çevirilerek Amerikanın uygulayacağı politikalara araç haline getirilen LADİN içinde aynı mantığı yürütebilirsiniz.
Baba Bush`un ortağı Usame, hizmetlerinin karşılığı olarak kimbilir nerelerde hayatın tadını çıkarıyordur. Arapların ve bazı Müslümanların bu imitasyonları birer kahraman haline getirmelerini ve ABD`ye malzeme olmalarını anlayamıyorum. El Cezire denilen TV’nin de; Arapları sahte kahraman-lık-larla uyuşturan, Avenjelik-Yahudi politikalarına hazırlayan, psikolojik harekat amaçlı bir medya kuruluşu olduğunu düşünüyorum. Bu senaryolar size fantezik gelebilir. Arkasında batılı medya, stratejistler, uzmanlar olmadığı için inandırıcı da gelmeyebilir. Ancak ben; “11 Eylül Kurgusu”ndan, “Irak`ta nükleer silah yalanı”ndan, "El-Kaide mavalı"ndan İngiltere`de “10 uçağın aynı anda düşürüleceği paranoyası”ndan daha rasyonel ve gercekçi olduğunu iddia ediyorum.

Kaynak : Yusuf Gezgin

Bu yazı sadece Düşünmeniz ve ihtimal verebilmeniz için konulmuştur. Yazının alındığı site de ne hikmetse ortadan kaldırılmıştır.

SABİH KANADOĞLU



Türk - İslam Zihniyetini boyunduruk altında tutmak isteyen büyük biraderler , üstadlar yandaki gibileri kullanırlar. Yök'ü ve dayatmaları, imf yi dünya bankalarını , efendim irtica efendim laiklik gibi safsatalarla devam ettirmek isterler...

Ne yazıkki bu piyonlar , üniformalı , cüppeli ...

SABİH KANADOĞLU

Neden Kendi başlarına oynarlar büyük büyük üstadlar...

Ölüm Oyun içinde vardır , ama neden sadece onlar öldürürler?

Neden???

ABD' DEKİ İLK TÜRK KANALI

Türk girişimciler tarafından Amerika'da kurulan Ebru Tv yayın hayatına başladı.Kültürlerarası diyalog ve karşılıklı saygı anlayışını kendisine ilke edinen ve yayın dili İngilizce olan Ebru Tv, her yaştan seyirciye hitap ediyor.
Canlı Seyret : mms://live.ebru.tv/ebru00
Site : http://www.ebru.tv/en
Amerika Birleşik Devletleri'nin New Jersey eyaletinde Türk girişimciler tarafından kurulan ve yayın hazırlıkları uzun süredir devam eden Ebru TV'de bugünlerde bambaşka bir heyecan yaşanıyor.Sabahlara kadar süren hummalı çalışmalar ve ortaya konan yürekler sonunda meyvesini verdi. Ebru Tv artık yayında.Bilimden spora, güzel sanatlardan kültüre her yönüyle dört dörtlük bir kanal olma yolunda büyük bir adım atan Ebru Tv'de yaşlısı genci her yaştan seyirciye hitap edecek birbirinden güzel programlar yer alıyor.Farklı renkleri ve farklı bakış açılarını ortak bir noktada buluşturmayı, eğlendirirken eğitmeyi hedefleyen Ebru TV, kültürlerarası diyalog ve karşılıklı saygı ile insanlar arasındaki anlayışı da pekiştirmeyi amaçlıyor.Ebru TV'nin programları arasında Samanyolu Tv'nin artık dünyaya açılan önemli yapımları da yer alıyor. İngilizceye çevrilen Büyük Buluşma, Sırlar Dünyası ve 5. Boyut bunlardan birkaçı.Ebru TV, haberleri ile de izleyicilerin hayatlarına olumlu katkıda bulunmayı ve kaliteli programcılığı ile doğru ve güncel haberler sağlamayı hedefliyor.Amerika'da İngilizce olarak yayın yapan Ebru Tv, uydu üzerinden 24 saat boyunca bir yandan Türk kültürünü ve insanını en doğru şekilde tanıtırken bir yandan da yayın dünyasına farklı bir soluk, farklı bir renk getiriyor.
01.12.2006 Samanyolu Haber

Kaynak : http://www.mehtap.tv/

Bir kısım Müteşebbislerimiz gerekli yatırımları yaparlarken , gönül neden daha fazla kişi , grup , müteşebbis , vakıf Medyaya , basına veya eğitime uluslararası ortamda yatırım yapmıyor diye soruyor. Sadece Gülen Hocaefendi ve etrafındakiler değil , Diğer insanlarımızı da hem Eski OSMANLI coğrafyasında hem dünyada görmek istiyoruz !

KÜRE DAĞLARI PETROL DENİZİ ÜZERİNDE (Duyulanlar Gerçek mi? ÖNCE YÖK'Ü IMF'Yİ TÜSİAD'I MI YOK ETMEMİZ GEREKİYOR?)

Pek çoğumuz sık sık işitiyoruz, "petrolümüz var da yabancı güçler çıkarmamıza izin vermiyor" diye. Aklı bütünüyle ve çok kurcalayan bir iddia bu. Türkiye'de petrol olduğunu savunanlarla, olmadığını iddia edenlerin artık iyice 'sulanan' müzmin çekişmesi süredursun, bu defa "petrol var"cıların savını uydularla destekleyen bir gelişme var. Son günlerde tartışmalı bir 'petrol sahamız'daha oldu. Kastamonu Küre dağlarının altında büyük hacimli petrol bulunduğu ortaya çıktı; en azından uydu fotoğrafları öyle diyor. Bu keşfi yapan, uydular aracılığıyla Hazar havzasında petrol arayan, Amerikan tröstü Amaco. Fotoğraflarda, Bartın'dan Tosya'ya kadar uzanan alanın zengin petrol yataklarına sahip olduğu görülüyor.Aslında Küre dağlarında petrol bulunduğu iddiası ve arama çalışmaları yeni değil; 1950'li yıllarda Küre silsilesinin Ballıdağ mevkiinde Amerikalılar gelip arama yapmış. Tam 11 yerde kuyu açmış Amerikalılar ve ardından "bulunamadı" diye kuyuları mühürleyip gitmişler. Uydu görüntülerinde petrol olduğu söylenen bölge Bartın, Daday, Hanönü, Azdavay, Ağlı, Tosya istikametinde uzanıyor. Özellikle Daday'ın Alipaşa köyü ile merkeze bağlı Karadere ve Boyalılar bölgeleri, petrol olduğu iddialarının yoğunlaştığı yerler.Uydu resimleri nasıl bulundu?1997 yılında çekilen uydu resimlerinin bizzat petrol tröstleri tarafından Türkiye'ye verilmediği, verilmek istenmeyeceği kesin gibi. Resimleri, biraz da rastlancı sonucunda Prof. Dr. Ahmet Maranki ele geçirmiş. Aslen Kastamonulu olan Maranki, görevli olarak bulunduğu Azerbaycan'da Amerikan uydularının çektiği resimlere bir Azeri bilimadamı arkadaşı vasıtasıyla ulaşmış. Azerbaycan'da 1997'de yapılan Uluslararası Enerji Kongresi'ni BM adına izleyen Maranki, basına kapalı toplantıda anlatılanlara ve gösterilen uydu resimlerine bakıldığında, Türkiye'nin adeta petrol denizi üzerinde yüzdüğünün görüldüğünü anlatıyor.Maranki, merakını yenemeyip geçtiğimiz şubat ayında memleketi Kastamonu'ya gidip araştırma yapınca ilginç gerçeklerle karşılaşmış; "Bana yaşlı köylüllerin anlattığına göre, 1950'lerde Amerikalıların açtığı kuyulardan sarı renkte bir şey fışkırmış. Sonra hemen kuyulara taş doldurup kapatmışlar. Bazı köylülere, 'siz petrol denizinin üzerinde yaşıyorsunuz ' demişler. Uyduların aramasında petrolün yanısıra bu bölgede Ilgaz dağlarında 1850 metrede selenyum bulunduğu tespit edilmiş. Gidip gördüm, Ballıdağ eteklerinde Tosya'nın Karadere mevkiinde petrol resmen yerden çıkıyor. Petrol var ancak çıkartılmıyor". Konuyla yakından ilgilenen bir başka isim, CHP Kastamonu Miletvekili Mehmet Yıldırım. "Meclis'in şu telaşı geçsin, kesin kararlıyım, bu Küre dağlarındaki petrol meselesiyle ilgili bir önerge vereceğim" diyen Yıldırım, bu arada Petrol Mühendisleri Odası'yla irtibata geçmiş. Oda Başkanı Mete Topgüder'in yaptırdığı araştırmanın sonucunu, önümüdeki günlerde ortak bir basın toplantısıyla kamuoyuna açıklayacaklar.Maranki ve Yıldırım bölgeye gidip arama yapılan kuyuları görmüş, yöre halkıyla konuşmuşlar. Amerikalıların 1958'de TPAO ile işbirliği içinde yaptığı sondaj çalışmalarının 11 tanesi tespit edilebildi. Bu 11 kuyuunun hepsi betonla kapatılmış. Yıldırım, "O zaman kuyuları açanlar yerli halka, 'zengin oldunuz' demiş. Halk kuyulardan petrol çıktığını bizzat görmüş" diyor. Petrol çıkan kuyuların neden kapatılıp mühürlendiği konusu ise, biraz sonra değineceğimiz üzere, Yıldırım'ın ifadesiyle "kuşatılmışlıktan" gaflete kadar uzanan sebepler zincirinde saklı."Asfalt yapalım diye getirdik, tamamen yandı"Küre silsilesinde petrol ve türevlerinin bulunduğuna dair yöre halkının birçok anısı ve gözlemi bulunuyor. Bunlardan biri, Tosyalı emekli zabıta memuru Hasan Mısırlı'ya ait. Mısırlı, Karadere köyünde dere yatağı boyunca akan yanıcı maddenin 1970'li yıllarda ilgilerini çektiğini ve zamanın belediye başkanının, bundan faydalanmak için kendisini görevlendirdiğini belirterek şöyle devam ediyor: "Dere boyunca yıllardır akan bu maddeyi yolda zift olarak kullanmak istiyorduk. Yükleyip getirdik. Sınamak için yaktık, geride hiçbir şey kalmamacasına tamamı yandı. Şaşkına döndük. O zaman çok uğraştık ama sesimizi kimse duymadı. Bu maddenin incelenmesi gerekir".Sadece petrol değil…Küre silsilesinin barındırdığı zenginlik sadece petrolle sınırlı değil. Prof. Maranki, uydu resimlerinde petrolün yanısıra Cide dağlarında cıva olması kuvvetle muhtemel belirtilerin görüldüğünü, Ayrıca Ağlı-Azdavay-Daday-Tosya-Kurşunlu güzergahında altın, manganez ve linyit bulunduğunu, bunların da bölgenin değerini son derece artırdığını belirtiyor.Yıldırım da bölgede daha başka madenlerin bulunduğundan bahsediyor: "Küre dağlarında dünyanın en zengin kobalt cevherleri çıkıyor ama biz bakır cevherini ham olarak içinde kobalt ve altın bulunduğu halde yok pahasına satıyoruz".TPAO: "Bütçemiz sınırlı, arama yapamıyoruz"Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz TPAO (Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı) yetkilileri ise Boyabat, Soğuksu, Ekinveren yörelerinde 8 kuyu açtıklarını, ancak bunların hiçbirinde ekonomik bir keşif yapamadıklarını, sadece birinde gaz bulunduğunu belirtiyorlar. Yetkililer, "TPAO'nun arama bütçesi onda bire düşürüldü. Bu da yeterli sayıda ve istediğimiz yerlerde kuyu açmamızı engelliyor. Bu bütçeyle ancak çok sınırlı aramalar yapabiliyoruz.Şu an için kuruluşun Küre'de bir çalışması yok. Şimdilerde daha ziyade Karadeniz'de denizel alanda Madison şirketiyle birlikte petrol araması yapıyoruz. Karadeniz'den oldukça umutluyuz" şeklinde konuşuyorlar.Türkiye'nin en yakın petrol mühendislerinden Necdet Pamir, TPAO'nun Ekinveren, Soğuksu, Boyabat yörelerinde petrol sızıntısı keşfettiğini belirterek. "Sızıntı varsa petrol mutlaka vardır" diyor.Osmanlı'nın başına gelen,Türkiye'yi ürküttüTürkiye'de petrol arama ve çıkarma faaliyetlerinin geçmişine göz attığımızda, "art niyet olarak" isimlendirilebilecek bazı hallerin yanısıra, ilginç bir içe kapanma da hemen dikkati çekiyor. Cumhuriyet'in ilk yıllarında, daha önce özellikle yabancılara verilmiş bir çok petrol arama/çıkarma izninin iptal edildiği görülüyor. Dahası 1940'lı yıllara kadar da petrolle ilgili bir kuruluşumuz yoktu.1921'de Amerikan Raşyen Kumpanyası Anadolu'da petrol aramak için başvuruyor, TBMM barış imzalanmadan kabul edilmeyeceği yönünde karar çıkartıyor. Meclis 3 Kasım 1922'de, "Petrol, neft ve havagazı arama izninin kimseye verilmeyeceği" kararını çıkartıyor. Fransız Emile Mayen'e verilen Van'ın Beşparmak ve Gürgün ilçelerindeki arama izni, Manisa Kozluca'daki Mehmet Bahri Bey'e verilen petrol işletme imtiyazı, Mardin Midyat'ta Ahmet Şakir Efendi'ye verilen neft ve zift araştırma ruhsatı… Bunlar ve daha bir çok petrol arama/çıkarma izni 1924'te iptal ediliyor. Ertesi yıl, yani 1925'te ise Sinop Ekinvaran, Gelibolu, Gölcük, Eksamil, Gonoz, Mürselli, Tekirdağ Balatnoz deresi, Van Hareşit, Amik ve daha birçok bölgede daha ziyade yabancılara verilmişpetrol arama/çıkarma ruhsatları feshediliyor.Genç Cumhuriyet'in bu "refleks" davranışında muhakkak ki, petrol yüzünden Osmanlı devletinin başına gelenler ve batılılarca bu devletin zenginliklerinin nasıl talan edildiğinin iyi bilinmesi yatıyor. Ancak çok geçmeden Türkiye, çekirge ile mücadelede kullanılacak motorlara konulacak kadar bile petrol bulamayınca durum değişiyor. Hükümet, Urfa ve Mardin'i istila eden çekirgelere karşı kullanılacak araçlara konmak üzere "pazarlık" usulüyle petrol alınmasına karar veriyor. 1927'de, Türkiye dahilindeki bütün petrol yataklarının tespiti ve işletmesi hakkı İş Bankası'na veriliyor.Petrolümüzü kim saklıyor?Ülkemizde petrol olup olmadığı kadar tartışmalı, su götüren, 'suyu çıkmış' bir başka konu bulmak zor. Türkiye'de petrol olduğunu iddia edenlerin de, olmadığını iddia edenlerin de kendine göre gerekçeleri var. 'Petrol yok'çular, bugüne kadar açılan 1000 küsür kuyudan sonuç alınamadığından hareketle, buna bilimsel bazı izahatler de ekleyerek cepheyi sağlamlaştırıyor. 'Petrol var'cılar ise, daha ziyade arama yapılan yörelerdeki halkın sahit olduğu olayları, yurt dışında yazılmış yazıları, yabancı araştırmacıların sonuçlarını gerekçe gösteriyor.Petrol denizi üzerinde yüzdüğümüz doğruysa eğer, neden diğer bütün ülkelerde çıkartılmasına 'izin verilen' petrol bizim ülkemizde yerin altında tutuluyor? 1930'lardan bu yana petrol aramak için açtığımız 1000'in üzerindeki kuyu da, sadece Raman ve bir iki küçük hacimli kuyu haricinde hiç mi petrol izine rastlanmadı? Aranıp bulunamayan petrol, sınırın hemen öte tarafından niçin yer altından kendiliğinden çıkıyor? Yok eğer rastlanmadıysa, 1080 civarında arama sahası raastgele mi seçildi? Türkiye'nin, petrol varlığını ekonomik ve stratejik gücüne dahil etmesini kim engelliyor?Mason-petrol ilişkisi…Kastamonu yöresinde petrolün mevcut olduğu uydu fotoğraflarıyla anlaşılınca, zamanın Amerikan büyükelçisi marc Grossman 1997'de bölgeye ilginç bir gezi gerçekleştirmiş. Gezinin detaylarını Prof. Maranki şöyle anlatıyor: "Grossman bu geziyi, uzun yıllar Türkiye'de petrolle ilgili kuruluşlarda en üst düzeylerde görev yapmış mason büyük üstadı Necdet Egeran'ı da yanına alarak yaptı. Gezinin tam da uyduların Küre'de petrol tespit ettiği zamana denk gelmesi çok manidar. Taşköprü ve Tosya civarlarını gezen büyükelçi, soru soran gazetecilere "kastamonu etli ekmeği ve Taşköprü sarımsağı yemeye geldim" cevabını verdi. Grossman'ın Egeran'la loca bağlantısı var, ikisi de aynı mason locasına kayıtlı".İskoç Riti'ne bağlı Bilgi Locası'na kayıtlı olan Enver Necdet Egeran, uzun süre en üst masonluk derecesi oan 'büyük üstad' olarak Türkiye masonluğunu yönetti. Egeran'ın hayatında masonluk ne kadar önemliyse, petrol de o kadar önemli. Maden Tetkik Arama'nın 1940 ila 1951 yılları arasında Jeoloji Şube Müdürlüğünü yapan Egeran, 1951'de MTA'nın Petrol Dairesi'nin kurulmasıyla Petrol Dairesi Şube Müdürü olur. Egeran, 1953-56 arasında petrol devi Mobil'in Türkiye müdürü yapılır ve 1968'e kadar bu görevde kalır.Egeran'ın Türkiye petrol tarihinde dikkat çekici bir yeri var. Yabancı şirketlerin Türkiye'de petrol aramasına izin veren Petrol Kanunu'nun çıkmasında en büyük pay Egeran'a ait. İlginç olan şu ki ülkmizde Mobil tarafından kuyuların açılıp, petrol bulunmadığı gerekçesiyle betonla kapatılması daha ziyade Egeran'ın Mobil'in başında bulunduğu tarihlere denk geliyor. İlgili yöre halklarının, "Gözlerimizle gördük, petrol fışkırıyordu" diye hala torunlarına anlattıkları kuyular bunlar.Türkiye'de masonların kendi üyelerin mahsus gizli olarak yayınladıkları 'Şakul Gibi' adlı dergide Egeran hakkında oldukça çarpıcı bilgiler veriliyor. 1949'da Tekris Locası'na kaydolan egeran, Mayıs 1950'de kalfa, aynı yılın ekim ayında üstad oldu. Ardından bilgi Locası'nı kurdu ve 1955'te Üstad-ı Muhterem, 1958'de Türkiye Büyük Locası'na Büyük Sekreter, 2 Mayıs 1965'te Pek Sayın Büyük Üstad seçildi.Resmi bazı raporlarda Egeran'dan ve faaliyetlerinden bahsediliyor. Bu bahis öyle alışılmış ifadeler içermiyor. Bazı paragrafları birlikte okuyalım: "..Yabancıların Türkiye'de petrol aramasına izin veren kanunun kabul edilmesinden sonra ülkemizde petrol arayan yabancı şirketlerin tamamı yahudilere aittir. Görüldüğü gibi Necdet Egeran, Türkiye'de petrol aramaları yapan Yahudilerin türlü entrikalar çevirdiği bir dönemde, Türkiye'nin en aktif masonu olma özelliği taşıyor. Aynı tarihlerde petrol çıkan kuyuları betonlayan Mobil'in genel müdürü olması da rastlantı değildir. Türkiye'nin petrol yönünden yıllarca dışarıya bağımlı kalması ve Ortadoğu'nun sayılı petrol üreticisi ülkelerinden biri olma şansını elde edememesinin sebebi, bu petrol kuyularının ileriki bir tarihte kullanmak üzere kapatılmasıdır. 1950'lerden beri Türkiye'deki petrol rezervleri ile ilgili kilit noktalarda görev yapmış olan Egeran ve Türk masonları, Siyonizm'in idealleri için tarihi bir hizmette bulunmuştur".Türkiye'de petrol faaliyetinin içinde bulunan masonlar, Egeran'la sınırlı değil. Değişik localara kayıtlı daha bir çok mason, petrolle ilgili kuruluşların tepe noktalarında görev almış. Yıllar içinde petrolle ilgili çeşitli kuruluşlarda görev yapan masonlar var.CHP Kastamonu Milletvekili Mehmet Yıldırım, "Anlaşılıyor ki Türkiye kuşatılmış" dedikten sonra şöyle devam ediyor: "Bu kuşatmayı biz yaracağız ve kurtulacağız. Kuşatmayı yarmamız için TBMM'de AKP, CHP ayrımı yapmadan ulusal mutabakatı sağlamamız lazım yer altında zengin madenlerimiz var ama kullanamıyoruz. Var mı dünyada bizim gibi başka ülke?".Türkiye'nin güçlü bir ekonomi için petrole ihtiyacı var. Gerçekten var da çıkarılmmıyor mu, yoksa bize Osmanlı'dan kalan "kuru" bir arazimi, henüz belli değil ama petrol arama kuruluşlarımızın ödeneğini de arttırarak , geçmişte kapatılan kuyuları yeniden ve öncelikle ele alabilir, yıllık açılan kuyu sayısını birkaç düzineden birkaç bine çıkarırsak, bizim de petrol zengini olmamamız için hiç sebep yok. Kaldı ki bu noktada Prof. Maranki, Sovyetler Birliği döneminde Sovyet Kozmik Stratejik Araştırmalar Merkezi'nin yaptığı bir tespiti aktarıyor: "Irak ve İran'da bulunan petrol yatakları her yıl çok belirgin şekilde Türkiye'ye doğru kayıyor".

16.06.2003 Aksiyon

Related Posts with Thumbnails

Bu yazıya Not Ver !


Get your own Chat Box! Go Large!

Nickinizi Değiştirmek için Kendi Nickinize Tıklayın !!!

Film izle komedi komik